Geçen gün kızımla hamur işi yaparken “Hamur kesme aparatını verir misin?” dedim. Söylediğim hemen kulağımı tırmaladı ama annemden (anadilimde) öğrendiğim “ısran” kelimesi bir türlü aklıma gelmedi. Türkçe konuşurken dikkat ettiğimi sanan ben; meğerse aparat kelimesini kabullenmişim de haberim yokmuş. Ninelerimizden beri her zaman “ısran” olan, bende niçin aparattı? Alet kelimesi aklıma bile gelmezken, hangi ara aparatı benimsemiş, kullanmaya başlamıştım?

Konu ile ilgili örnekler peşpeşe zihnime hücum etmeye başladı. Hayat düsturu yerine, slogan veya motto kelimesi çokça kullanılıyor. Hele o tadından yenmez “stres” kelimesi; her derde deva zaten. Elem, keder, dert, tasa, gussa, hüzün vb… gibi kelimeler; hooop hepsi birden stres oldu mu bize? Sahi biz önceden de mi empati yapıyorduk? Yoksa rakik kalbimizle, incelikleri sezip, rikkatle yaklaşıp, karşımızdakinin nasıl hissedeceğini anlamaya mı çalışıyorduk? Koronanın bize hediyesi kelimelere ne demeli? Pandemi, entübe; fiziki mesafe anlamında yanlış olarak kullanılan sosyal mesafe kavramı vb… Önceden ancak sağlık çalışanlarının veya ilgilisinin bildiği kelimeleri artık sokakta herhangi biri bilebiliyor. Şu İtalyanların “komposto”su, bizim hoşafımızın tahtını ne zaman sallamıştı? Aslında kelime kökü olarak baktığımızda hoşaf değil, biz kendimize göre ayarlayıvermiş, hoşaf yapıvermişiz. Farsçadan geçen bir birleşik isim hoş-ab. Hoş ve güzel su anlamında, hani şu bütün veya dilimler hâlindeki kuru meyvenin şekerli suyla kaynatılmasıyla yapılan bir tatlı türü; ister yemeklerde pilavların yanında, istersen meyve suyu gibi serin serin iç. Hazır ab demişken ab-ı hayata ne olmuştu? Allah’a şükür ki; ab ve dest kelimelerinden oluşan abdeste henüz bir şey bulamadık.

Bir de bazı şeyleri tercüme etmek ne kadar zor. Bir kelimeyi, bir deyimi tercüme edebilmek için; o milletin dinini, kültürünü, insani ilişkilerini, dünyaya ve hayata, yaşama ve ölüme nasıl baktığını, tarihinde yaşadığı büyük ve küçük olaylardan nasıl etkilendiğini bilmek gerekir. Birebir kelime karşılığını tercüme etseniz bile o kültüre tamamen yabancı biri için; söylemek istediğiniz anlam yine boşlukta, kopuk kopuk veya tamamen anlamsız kalacaktır. Mesela “Aldığın abdest, ürküttüğün kurbağaya değsin.” İngilizceye nasıl tercüme edilir? Bunu açıklamak için “abdest nedir” bilmek gerekir. Ayrıca bir Müslümanın Allah’ın yarattığı canlılara bakışıyla ilgili bir bilgimiz ve kaygımız olması gerekir. Bu gündelik hayattan basit bir örnek…

Biz Türkçe’yi İslamileştirmişiz. Türk milleti olarak aklımız ve gönlümüz İslam’ın etkisiyle değişince; dilimiz de ona uyum sağlamış. Bu durumu en güzel, atasözü ve deyimlerden anlayabiliriz: “Müslüman mahallesinde salyangoz satılmaz.” “Kork Allah’tan korkmayandan.” “Garip kuşun yuvasını Allah yapar.” “Dinsizin hakkından imansız gelir.” “Şeytanın ipiyle kuyuya inilmez.” “İyilik yap denize at, balık bilmezse Hâlik bilir.” “Şeriatin kestiği parmak acımaz.” “Kul sıkışmayınca hızır yetişmez.” Tüm bu atasözlerimiz İslamın etkisi ve yaşantılarımızdan edindiğimiz tecrübelerin birleşmesinden ibaret değil mi?

Kısa bir süre önce Türkçede ağızlar hakkında bir yazıya denk geldim. Ağız çalışmalarının nasıl yapılması, nelere dikkat edilmesi gerektiği ile ilgili bir yazıydı. Öncelikle daha önce köyünden çıkmamış, okuma yazması olmayan, teknolojiyi kullanamayan, diğer insanlarla ilişkisinin azlığı sebebiyle dili (ağzı) bozulmamış ve anne ve babasından gördüğü şekliyle köyünde yaşayarak yaşlanmış kişileri tesbit etmek ve onlarla her konuda konuşarak, kelime, türkü, mâni vb… sözlü kültüre ait ne varsa kayıt altına almak gerekiyormuş. Ama dünyanın küçücük bir köy haline geldiği günümüzde, bu kadar tecrit edilmiş hayat yaşayan kaç kişi bulabiliriz?

Kültür etkisi dillerin bozulmasında oldukça önemli bir etki. Biz uzun yıllar batıyla savaşmış; sonraları ise neredeyse yenilme noktasına kadar gelmişiz. Ama özellikle Osmanlının zayıfladığı dönemde, savaşlardan önce kültürel olarak yenilmişiz. Kalbimiz düşmanı sevmeye yönelmiş. Onlardaki bilimsel ve teknik gelişmeye hayran olmuşuz. Galiba böylelikle onları sevmişiz. Türkiye’den kalkıp bilim öğrenmek için batıya gidenlere; onlar da öncelikle kültürlerini öğretmişler. Maalesef bu bilim adamlarından Türkiye’ye dönenler ve halk arasında kopukluklar olmuş. Kendi ülkesinde, kendi halkını “alaturka” görmüş ve beğenmemiş. “Alafranga”lığa meyletmiş. Halbuki Türkiye’de Türk gibi olmaktan daha doğal ne olabilir? Türkiye’de alafranga olmak, yani Fransız gibi, Avrupalı gibi olmak; bir Türk için çok daha garib değil midir? Kültürel kölelik, gönüllü kölelik gibi. Ama şükür ki bilimsel gerilik telafisi olan bir şey.

Türkiye’nin dünya üzerinde çok daha etkili pozisyonlara gelmesi için, Türkçenin yozlaşmadan korunması gerekir. Bu konuda tüm vatandaşlara ve özellikle gençlere büyük görev düşmektedir.

Bu konuda güzel bir eser, pek çoğumuzun bildiği Oktay Sinanoğlu’nun “Bye bye Türkçe”sidir. Oktay Sinanoğlu kitabında yabancı kültürlerin Türkçedeki etkisini anlatıyor. Türkçe kelimeler yerine, yabancı dillerden gelen kelimelerin kullanılması ile bozulma başlıyor ve bu durumun toplumda normalleşmeye başladığına vurgu yapıyor. Sinanoğlu, Türkiye’nin bazı üniversitelerinde, eğitim dilinin İngilizce olmasının ne gibi sorunlar doğurabileceğini, öğrencilerin eğitim hayatını nasıl etkilediğini örneklerle anlatıyor. Çözüm önerileri sunuyor. Kesinlikle okunması gereken kitaplardan biri…

Geleceğimize bye bye dememek için, Türkçemize “bye bye Türkçe” dememeliyiz.

Perihan Ürkmez