Aylardan Ağustos, günlerden Pazar. İstanbul’da geçirecek bir günümüz var ve biz, ne eski dostları, ne de hatıralarla dolu o büyülü mekanları, hiç birini küstürmek, hiç birinden mahrum kalmak istemiyoruz. Oraya mı gidelim, buraya mı derken Dolmabahçe Sarayı’na yönlendiriyor adımlarımız bizi. Gelgelelim, kapıdaki uzunca sırayı beklemeye tahammül edemiyoruz.

Ne yapsak, bu güzel günü nasıl değerlendirsek diye düşünüp dururken, o yakınlardaki bir dost geliyor aklımıza. Buraya kadar gelip de yanına varmadan olmaz. Koyuluyoruz yola.

Dolmabahçe’yle Yahya Efendi mübareğin dergahının arası az bir mesafe değil, “geldik, az kaldı…” derken, epey bir yol yürüyoruz.  Yolun uzun olduğu hatırımda ama, aradan 20 küsür yıl geçmiş, gençlik yıllarında gözümüze görünmeyen bu yollar, şimdi dizimizin dermanını kesiyor. Gönülde aynı heyecanı hissedebilmek için gösterilen çaba da başarısız kalsa, hiç bitmez gibi geliyor bu mesafe.

O son kısa yokuşu da tırmanıp, huzura biraz daha yaklaşınca, evvela hayal kırıklığı karşılıyor bizi. Bir dizi tezgah üzerine serilmiş takke, tesbih, koku, mendil, örtü… eşliğinde fukara edebiyatı ağzıyla yalvaran türbe tüccarları hoşgeldiniz ediyorlar. Memnuniyetsiz bakışlarım onlara nezaketsizlik olarak yansımasın diye, hiç biriyle göz göze gelmemeye çalışarak hızlıca geçiyorum aralarından.

Kapıdan içeri girince, yorgunluktan eser kalmıyor da, eski dostla kavuşmanın heyecanı sarıyor bizi.

Bir cihan sultanıyla kardeşlik etmiş bir gönül sultanının mekanı burası. Yahya Efendi (1494-1569), aslen Amasyalı olup, o yıllarda babası Şamlı Ömer Efendi’nın kadılık yaptığı Trabzon’da, şehzade Süleyman’la aynı haftada doğmuş. Aişe Hafsa Sultan’ın sütü kesilince de, geleceğin “Muhteşem” lakaplı Süleyman’ını, Yahya Efendinin annesi emzirmiş. Bu iki sultan, süt kardeş olmuşlar böylece.

Eskiden günler mi daha uzundu, insanlar mı daha çok çalışırlardı bilemiyorum ama, şimdi hepsini bir arada düşünürken bile zihnimizi yorabilecek ve bizi hayrete düşürecek  pek çok meşgalede bulunmuş,  muhteşem eserler çıkarmış o zamanın insanı. Yahya Efendi de böyle biriymiş. Dini ve dünyevi ilimlerde had safhaya varan bilgi ve tecrübeleri yanında, müderris olarak yıllarca vazife yapmış, riyazet ve manevi ilerleme yolunda çaba göstermiş, amma bu da yetmemiş mübareğe. Nihayetinde İstanbul’a göçmüş, derya gibi olan ilmini, coşkun nehirlerle beslemek, okyanuslara varmak için.

İstanbul’da, Zenbilli lakabıyla meşhur mübarek Müftiy-ül-enâm Ali Cemâlî Efendinin sohbetlerine devam etmiş, onun vefatından sonra da müderrisliği üstlenmiş. Emekli olduktan sonra inzivaya çekilmiş. İnziva derken, elini eteğini işten güçten çekmek, bir kenara çekilip miskin miskin oturmak anlaşılmasın aman. Halka hizmet, Hakka hizmettir deyup, satın aldığı arazilere evler, mescidler, hamamlar, medreseler, çeşmeler inşa etmiş, bizzat kendi elleriyle. Maharetliymiş, pek severmiş inşaat işleriyle meşgul olmayı.

Kanuni, dünyanın kendisine “Muhteşem” sıfatını yakıştırdığı koca sultan, onun hem ağabeyliğine, hem de ilmiyle amil hocalığına derin saygı göstermiş, nasihatını ve duasını almayı bir nimet saymış her daim. Öyle ki, Yahya Efendi hazretleri saraya bir kere dahi gitmediği halde Muhteşem Süleyman, ağabeyinin ziyaretini hiç ihmal etmezmiş.

Bir gün cihân pâdişâhı Kânûnî Sultan Süleymân Han, Yahyâ Efendi hazretlerine bir hatt-ı şerîf gönderdi ve; “Ağabey! Sen ilâhî sırlara vâkıfsın, bilirsin. Kerem eyle de bize Osmanoğullarının âkıbetinin ne olacağını haber ver. Nesli kesilip yok mu olacak. Yok olacaksa, bu hangi sebeptendir.” dedi. Hatt-ı şerîfi okuyan Yahyâ Efendi eline kalem kâğıt alıp; “Kardeşim! Neme gerek.” diye iri harflerle yazıp Kânûnî’ye gönderdi. Kânûnî, Yahyâ Efendiden gelen mektûbu okuduğunda hayretler içinde kaldı. Fakat bir şey anlamamıştı. Derhal bir kayık hazırlanmasını emretti ve bu bilmece sözün mânâsını anlamak için Yahyâ Efendinin dergâhına geldi. Yahyâ Efendiyi görür görmez; “Ağabey! Ne olur gizlemeyip, suâlime cevap veriniz. Biz de ona göre hareket edelim.” dedi. Yahyâ Efendi bunun üzerine tebessüm edip; “Biz cevap verdik. Bu sözümüzü anlayamamana şaşarız.” dedi. Kânûnî; “Nasıl?” deyince, Yahyâ Efendi; “Zulüm, haksızlık yayılsa, işitenler de; “Neme gerek.” dese ve onu önlemeye çalışmasalar, sonra koyunu kurt değil de çoban yese, bilenler de bunu söylemeyip gizlese, fakirler, muhtaçlar, gariplerin feryâdı göklere çıkıp bunları taşlardan başkası işitmese, işte o zaman felâkettir. Neslinin o zaman yok olmasından korkulur. Hazînelerin boşalır. Askerin itâat etmez olur ve yolundan gitmezler. Yok olmak mukadderdir.” buyurdu. Kânûnî bunları işitince, göz yaşlarını tutamadı. Yahyâ Efendiye olan sevgisi daha da arttı.

Kabirlerin arasından geçip, dergahın boğaza bakan kısmına doğru giderken, zihnimden bunlar geçiyor. Kimler gelmiş, kimler geçmiş buralardan diyorum. Himmete erilir, şefatten faydalanılır ümidiyle tarihten adına aşina olduğumuz pek çoklarına da mekan olmuş burası. Padişah eşleri, çocukları ve zamanın paşaları… Abdülhay Efendi mübareğin kabri başında durup hediyelerimizi sunmayı ihmal etmiyoruz. Sonra muhteşem boğaz manzarasını seyre dalıyoruz bir müddet.

Boğaza nazır mukim bu evliya kulu, şimdi bile kayıkçılar anar, dualarında himmet isterler diye duymuştum. Anadolu yakasında Aziz Mahmud Hüdai Hazretleri, bu yakada Yahya Efendi mübarek, bilhassa kayıkçılar için özel imiş. Onların dualarıyla ve Rabbimin yardımıyla nice fırtınalı gecelerden sağ salim sabaha kavuşmuşlar, evlerine dönmüşler.

İşte onlardan biri:

Yahyâ Efendinin, Apostol isminde Hristiyan bir komşusu varmış. Bir gün bu Apostol, denizde fırtınaya tutulmuş. Kendisi Hristiyan olduğu hâlde, Yahyâ Efendinin hürmetine duâ ederek kurtulmuş. Evine gelince, Yahyâ Efendi’ye hediye götürmek istemiş. Kendi âdetlerince, mühim ve kıymetli hediye sayılan yıllanmış şarap alarak Yahyâ Efendi’nin dergâhına gitmek için yola çıkmış. Getirdiği şarap, dergâhın yokuşunda, daha oraya varmadan nar suyu hâline dönüşünce, bu apaçık kerâmetleri gören Apostol, Müslüman olmakla şereflenip, Ali ismini almış. Arsasını Yahyâ Efendi’ye hediye etmiş ve kendisi de onun talebeleri arasına katılmış.

Bu zât, Yahyâ Efendi ile aynı türbede, onun kabrinin ayak ucunda yatarmış şimdi.

Bu dergah, Yahya Efendi zamanında Üveysilik diye bilinen tarikata bağlı imiş. Sonları Nakşilik ve Kadiriliğe mensup olmuşlar. Yahya Efendi Hazretlerinin 1494 yılında başlayan bereketli ve faydalı ömrü, 1569 Kurban  Bayramı gecesi nihayetlenmiş. Cenaze namazı, bayram namazının ardından kılınmış. Hayattayken iltifat buyurup ilgilendiği cümle cemaat hazır bulunmuş cenazesinde. Sırf İslam değil, diğer bütün dinlerden olan muhibbanı onu yalnız bırakmamış ve firakına göz yaşı dökmüşler.

El Fatiha…

Nurgül Çelik