KALBİN/ GÖNLÜN HASTALIKLARI (Aynaya Bakmaya Cesaret Etmek)

Bir önceki yazımızda kendini tanıma ve bilme yolculuğuna çıkacağımızı söylemiş, bu yolculukta kendimizi gerçek mânâda tanıyabilmek ve kalbî hastalıklarımızın farkına varabilmek için de “ayna”ya bakmaktan bahsetmiştik.

Nedir bu “ayna” dediğimiz şey?

Bakacağımız ayna kimi zaman Kur’an-ı Azimüşşan, kimi zaman gönül eri ehl-i irfandan bir zât, kimi zaman hikmetli eserler, kimi zaman sâlih, sadık ve güvenilir bir dost olarak karşımıza çıkabilir. İş ki aynayı görebilelim ve cesaret edip bakabilelim. “Ayna”ya bakmaya niyet ve cesaret eden insan orada kendiyle, nefsiyle yüzleşecektir. Bu yüzleşme gönlündeki hastalıkları görmesi açısından çok önemlidir.

İnsanların ekserisi kalbinin/gönlünün hastalandığını bilmeden ömrünü tüketir ve gaflet içinde gider bu dünyadan. Ehl-i irfan bu durumdakiler için “kendinden gafil olan insan” tabirini kullanmıştır. En büyük gaflet ise kişinin kendi nefsî ve kalbî durumlarından bîhaber olmasıdır, diyerek konunun önemine dikkat çekmişlerdir.

Peki ya kalp nasıl hastalanır?

Bu soruya cevap vermeden önce bazı kavramların düşünce ve irfan geleneğimizde nasıl ele alındığına kısaca değinmek istiyoruz.

Bedenin sağlığı organlarımızın bütününün uyum ve düzen içerisinde vazifelerini yapmasına bağlıdır. Organlardan birinin herhangi bir sebeple vazifesini yapamaz hale gelmesi bedenin hastalanmasına sebep olur.

Tıpkı bedenin hastalanmasında olduğu gibi kalbin/gönlün hastalanması da “kalp, nefs, ruh” dediğimiz manevi bütünlüğümüzü oluşturan alanların dengesinde sorunlar çıkmasıyla başlar.

Geldiğimiz şu noktada, “Kalp”, “Nefs”, “Ruh” kavramları neyi ifade etmektedir? sorusu karşımıza çıkıyor.
İlim ve irfan ehli birçok zât “Kalp”, “Nefs”, “Ruh” kavramlarını açıklamış, anlatmaya çalışmıştır. Anlatımlarda pek çok ortak nokta varsa da farklılıklar da mevcuttur. Bazen “ruh” ve “nefs” kavramları birbirlerinin yerine kullanılmıştır.

“Kalp”, “Nefs”, “Ruh” kavramlarını anlamamızı sağlayacak alıntılarla konumuza giriş yapalım istiyoruz.
Düşünce ve irfan geleneğimizde genel olarak nebatî, hayvanî ve insanî ruhdan bahsedilmiştir.

Azizüddin Nesefî “İnsanı Kâmil” adlı eserinde bu üç mertebe hakkında şöyle der: “Ruh; 
-nebât(bitki) mertebesinde tabiatıyla, 
-hayvan(canlı, diri) mertebesinde ihtiyarıyla(güdüsel hareket), 
-insan mertebesinde ihtiyar ve aklıyla, cismi mükemmeleştirip harekete geçiren cevherdir.” *

Bu anlatımda görüyoruz ki bedenin(cismin) canlılığı ve harekete geçmesi nebatî ve hayvanî ruh mertebeleriyle alâkalı iken, irade etmek, düşünmek ve akletmek insanî ruh mertebesinde mümkündür. “Nefs” içinse, insanın özü, cevheri, hakîkati olan ruhun, beden denilen cismanî kalıpta durabilmesini, bedenin ihtiyaçlarını gidermesini sağlayan benlik denilmektedir.

İnsanı hayvandan ayıran, akıl ve düşünme yetisi, insanı insan yapansa iradesine aklıyla yön verebilmesidir. Hayvanın iradesi/hareketi güdüsel yani ihtiyaçlarının yönlendirmesine tâbidir. İnsana ise aklını kullanarak hareketlerini istediği biçimde yönetebilme imkânı bahşedilmiştir.

Dünya hayatında akıl ve düşünme nimetlerini hakkıyla kullanmayan insan, nefsinin istekleri peşinde koşarken çeşitli kalbî hastalıklara tutulur. İnsanî ruh mertebesinin hakkını ihlal etmiş olur. İnsanî ruh mertebesinin hakkını veremeyenler, hayvanî ruh/nefs mertebesinde oyalanır dururlar.

Kur’an’-ı Azimuşşan’da hayvanî nefs mertebesinde kalmış olanlar şu şekilde tarif edilir:

“Andolsun ki biz, cin ve insanlardan birçoğunu cehennemlik kıldık; çünkü onların kalpleri vardır, onlarla (ilâhî hakikatleri) anlamazlar; gözleri vardır, onlarla (İslâm’a ait gerçekleri) görmezler; kulakları vardır, onlarla (İslâm’a dair emirleri) işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibidirler, hatta daha aşağı/daha şaşkındırlar. İşte onlar, (düşünce, inanç ve yaratılış gayesinden ve Allah’a kulluktan) gafil olanların ta kendileridir.” A’raf 7/179.

“Yoksa sen, hakikaten onların çoğunun, (hakkı) dinlediklerini veya düşünüp anladıklarını mı zannediyorsun? Hayır! Öyle değil. Onlar hayvanlar gibidir, hatta yolca daha şaşkındırlar.” Furkan, 25/44.

A’raf 179. Ayet-i Kerimede anlatılan “ilâhî hakikatleri anlamayan kalpler” ifadesindeki “kalp” kavramına ilim ve irfan ehli tarafından büyük bir önem verilmiştir.
Hakim Tirmizî “kalp” için şöyle der: “Kalp, insanın içinin ve derinlerinin bütün derecelerini kendinde toplayan genel anlamlı bir addır.” **

Tirmizî insanın içini ve derinlerinin bütün derecelerini anlatırken bu derecelenmeyi gözün katmanlarına benzetir. “Kalbe en çok benzeyen kelime ‘Göz’ kelimesidir” der. “Kalbin makamları vardır fakat insanların geneline göre kalbin adının zikredilmesi, kalbin diğer makamlarının yerini alır” diye devam eder. Kalbin makamları, aynı gözde olduğu gibi (gözün beyazı, siyah kısım, gözbebeği…) katmanlardan oluşur. Tirmizi’nin bahsettiği bu katmanlar şu şekilde sıralanabilir:

– Sadr (gönül), tehlikelerin kalbe giriş yeridir, gözün beyazı mesâbesindedir. Kuruntu, vesvese gibi tehlikeler buradan girer. Sadra giren şeyler giriş esnasında nadiren fark edilebilir. Sadr, kinlerin, arzuların ve beklentilerin (kalbe) giriş yeridir. Bazen daralır, bazen genişler. Kötülüğü emreden nefsin yönetim yeridir.
İhtiyaçlarla ilgili kuruntular, sadrdan ortaya çıkar. Bu kuruntular yerleşik hale gelip süre uzadığında, insanı meşgul eden düşünceler oradan kalbe girer.

– Kalp, sadrın içidir, gözün siyahı gibidir. Kalp iman nurunun bulunduğu yerdir. Bunun yanı sıra Allah korkusu, Allah’tan sakınma duygusu, Allah sevgisi, Allah’tan razı olmak, kesin inanç, korku-ümit, sabır ve kanaatin yeri de kalptir. Kalp, bilginin esaslarının kaynağıdır. Bilgi ve niyet kalpten taşar, sadra çıkar.
– Fuad, kalbin ortasında bulunur, bilgi ve düşüncenin yeri (kalbin öğrenmesi ve bilmesi) olduğu gibi kalbin görmesi de burada gerçekleşir. Gözbebeği gibidir.
– Lüb, fuadın içindedir, gözün ışığıdır, tevhid nurunun olduğu yerdir.

Tirmizi’nin bu açıklamalarına yer vermemizin sebebi hastalandığını söylediğimiz kalbimizin mahiyetini anlamaya çalışmaktır. Görüyoruz ki tüm amellerimizi hesaba çekilir kılan “niyet”in yeri kalptir. Kalpteki bir hastalık niyete doğrudan tesir etmektedir.
İnsan bu dünyada nefsiyle, nefsinin kuruntu ve vehimleriyle sınanmaktadır. Nefis kuruntu ve istekleriyle sadra tesir edebililir. Tesir uzun süreli ve kalıcı olursa kalbî niyet ve davranışlar olumsuz etkilenecektir.

Nefsin olumsuz tesir ve telkininden kurtulamayıp hastalanan, kör olan kalpten, Hac Suresi 46. Ayet-i Kerimede ne şekilde bahsedildiğini hatırlayalım:
“Hiç yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki bu sayede düşünen kalpleri yahut (olanları) duyacak kulakları olsun. Gerçek şu ki gözler kör olmaz, fakat (asıl) göğüslerde olan kalpler/basîretler kör olur.” Hac, 22/46.

Akleden, düşünen, bilen kalp önce kendisi hakkında tam ve yetkin bir bilgiye sahip olmalı ki nefsin istek ve baskılarından kaynaklı tehlikelerden, hastalıklardan korunabilsin.
Kalbe ve oradan da kendimize uzanan yolculuğumuz 3. yazımızda devam edecek inşallah.
Yolculuğumuzun inişli-çıkışlı ve cesaret gerektiren bir yolculuk olacağını söylemiştik ilk yazımızda.

Üstâd Necip Fâzıl da kendini tanıma yolculuğunun inişli çıkışlı bir yolculuk olduğunu zarif bir biçimde ifade etmiş “Çile” şiirinde:
“Ne yalanlarda var, ne hakîkatta,
Gözümü yumdukça gördüğüm nakış.
Boşuna gezmişim, yok tabîatta,
İçimdeki kadar iniş ve çıkış.”
Ne mutlu yola çıkabilene…
Ne mutlu aynaya bakmaya niyet edip, cesaret gösterene…

*Azizüddin Nesefî, Tasavvufta İnsan Meselesi (İnsan-ı Kâmil), terc. Mehmet Kanar, Dergah Y., s. 38
**Hakim Tirmizi, Kalbin Anlamı, çev., Ekrem Demirli, Hayy Y.
Ayetler: Feyzü’l-Furkan, Açıklamalı Kur’ân-ı Kerîm Meali

Elif İlay Hüsmen, PDR

Görseller: Eric Johansson, Katerina Eremeeva