Hayatın bir ritmi var; almak-vermek, tutmak-bırakmak her nefeste, her an. Bu ritim bir şey söylüyor. Alınca veriyorsun, almazsan veremezsin. Bırakmak için tutman gerek, tutunca bırakman. Fondaki bu ritmin üstünde başka bazı ritimler var. Macera-güvenlik, ayrışmak-bir olmak gibi. Bu ritimler içinde olmak bizi canlı tutuyor ve aksadığında huzursuzluk başlıyor.

Her gün aynı hayata uyandığınızı düşünün, aynı şeyleri yapıp, hep aynı sonuçları aldığınız bir hayat, tamamıyla aynı her şey. İki-üç günden sonra artık daha fazla uyanmak istemeyiz, bunun bir anlamı olmaz. “Groundhog Day” filmi çok güzel anlatır bu sıkışmayı. Her gün başka bir hayata uyandığımız bir hayat da, her gün aynı hayata uyanmaktan farksız olurdu, onun da bir anlamı olmazdı muhtemelen. Düşünün, gece uyuyoruz, sabah bir uyanmışız, bambaşka bir ülkede bambaşka bir hayatın içindeyiz, o hayatı yaşıyoruz. Ertesi gün bir başka öbür gün daha başka. Her gün aynı hayata uyanmaktan farksız bir çile. Çok şükür her gün aynı olduğunu hissetmediğimiz bir hayata uyanıyoruz ve çok şükür her gün aynı olduğunu hissettiğimiz bir hayata uyanıyoruz.

Bazen ritim bozulur. O zaman sanki her gün aynı hayata uyanıyor gibi hissederiz, burada sıkışıp kalmış ya da tamamıyla kayıp; “neredeyim, nereye gidiyorum, şimdi sırada ne var” bilemeyiz. Ritim, kaos ile düzen arasında bir yerlerde salınmak demek. Her şey karmakarışık olduğunda da düzene aşırı kaydığımızda da ritim bozuluyor.

Her an faal, muntazam ve planlı olduğumuz zamanlar, aslında hayata hiç fırsat bırakmadığımız zamanlar. O zamanlarda, günün getirdiği sürprizleri görmekte, fark etmekte, kabul etmekte zorluk çekiyoruz. Her hali tanımlı bir ilişkideki sürprizleri, iniş çıkışları, gelgitleri kabul etmekte de zorlanıyoruz. Anne-çocuk ilişkisini, öğretmen-öğrenci ilişkisini, karı-koca ilişkisini, kardeşliği, arkadaşlığı, içinde bulunduğumuz bütün ilişkileri hep tanımlıyoruz. Tanımlarımızın içi, iyi-kötü öğrendiğimiz şeylerle dolu. Buna ihtiyacımız var, ilişkinin adını koymaya ihtiyacımız var. Bununla beraber koyduğumuz ismi zaman zaman unutmaya da ihtiyacımız var; bağlar kurmaya ve bağları esnetmeye, kaosa ve düzene, birleşmeye ve ayrışmaya, macera ve güvene, nefes almaya ve vermeye ihtiyacımız var.

Tanımlı ilişkiler bize güvende olduğumuzu hissettiriyor. Yaşamak için, hayatımızı sürdürmek için en ihtiyaçlardan biri güvenlik. Güvenlik duygusu sayesinde insanlarla bağ kurabiliyoruz. Güvende hissettiğimizde salgılanan oksitosin, nazik, cömert, başkalarına ve kendimize karşı sıcak ve şefkatli hissetme eğilimimizi artırıyor. Alışkanlıklar ve rutinler, bize her şeyin yerli yerinde olduğunu söylüyor, güvende olduğumuzu bildiriyor. Bununla beraber alışkanlıkların körlük doğurma ihtimali çok yüksek. Alıştığımız şeyleri, burnumuzun dibinde olan biteni bir süre sonra fark edemeyebiliyoruz. Yeni bir şehre gittiğimizdeki dikkatimizle her gün geçtiğimiz yollardaki dikkatimiz birbirinden tamamiyle farklı. Güvenlik ve alışkanlık kadar, yenilik, değişiklik ve bilinmeyeni de arıyoruz. Güneşli, ferah yolları sevdiğimiz kadar; dar geçitler, karanlık mağaraları, denizlerin altını, göklerin üstünü merak ediyoruz. Güvenlik ihtiyacımız oksitosinle ilgiliyken, macera ihtiyacımız dopamin nörotransmiteriyle ilgili. Bizi içimizde ya da dışımızda yollara düşüren, keşfetme ve başarma motivasyonumuz dopamin ile tetikleniyor ve başarmak için güdülendikçe dopamin salgılıyoruz.Dopamin ödül mekanizmasını aktive ediyor. Dopamin sayesinde ödülle ilişkili olan olayları daha kolay bir şekilde hatırlıyor ve bu bilgileri belleğimizde saklayabiliyoruz. Bununla beraber hiçbir ödül bizi sonsuza dek motive etmiyor. Uğrunda günlerce, aylarca çalıştığımız başarıların kutlaması, neşesi çok kısa sürüyor. Üstelik çabalayacağımız yeni bir konu yoksa bu defa boşluğa da düşebiliyoruz. Yeni olan bizi motive ediyor ama yeni olan da hep yeni kalamıyor, zamanla tanıdıklaşıyor.
Tanıdık olan bize güven veriyor ancak o da heyecanlandırmıyor. Canlı hissetmek için hem güvene hem heyecana ihtiyacımız var. Hem tanımlı ilişkilere hem tanımlarımızı esnetmeye, hem her sabah aynı hayata, hem de her sabah yeni bir hayata uyanmaya aynı anda ihtiyacımız var. “Her dem yeniden doğarız bizden kim usanası” dediği gibi Yunus’un, usanmadan, usandırmadan yaşamaya.

Eğer her gün aynı hayatı yaşadığınızı hissediyorsanız, kendinizi eskisi kadar canlı, hevesli, istekli hissetmiyorsanız; bazı küçük değişimler iyi gelebilir. Yenilenmek için biraz alan ve zaman gerekli, gündelik hayatımızda önceden planlamadığımız zaman dilimleri bırakmak, ilişkilerimizde biraz penceleri açıp içeriyi havalandırmak, tanımları esnetmek ve bir adım geri çekilmek işe yarayabilir. Birini iyi görebilmek için belli bir mesafeye ihtiyacımız vardır; fazla yakınlık da fazla uzaklık kadar görüntüyü bozar. Zaman zaman kendi hayatımıza ya da yakınlarımıza o mesafeden bakmak yepyeni bir şey görmemizi, hayret etmemizi, sevdiklerimizle yeniden ve yeniden tanışma imkanını sağlar. Bu, hem ilişkilerin bize sağladığı güvenle hem de yeniden tanımak için duyduğumuz merak duygusuyla mümkün olur.

Güvenlik ve macera birbiri ardınca, salıncakta bir ileri bir geri gitmek gibi.

Havva Başgül