Hamdi Tanpınar, hocası Yahya Kemal’e “Üstad, biz Viyana kapılarına kadar nasıl gittik?” diye sorar. Yahya Kemal’in cevabı şöyledir: “Pilav yiyerek ve Mesnevî okuyarak.”

Nükte olarak değerlendirilebilecek bu cevap aslında büyük bir hakikati dile getirmektedir. Çünkü başarı, toplumun maddeten ve mânen güçlü olmasıyla mümkündür.

O günkü Türk toplumunda maddî gıda olarak pilavın yeri neyse mânevî gıda olarak da Mesnevî’nin yeri odur. Yüzyıllar boyunca Türk insanı mânevî gıdasının önemli bir kısmını Hz. Mevlânâ’dan almıştır.

Hz. Mevlânâ, 30 Eylül 1207 senesinde bugün Afganistan sınırları içerisinde yer alan Horasan diyarının Belh şehrinde doğdu. Babası Belh şehrinin ileri gelenlerinden olan ve Sultânu’l-ulemâ diye anılan Bahâeddin-i Veled’dir. Bahâeddin-i Veled Moğol istilası sebebiyle 1213 senesinde ailesi ve yakınlarını yanına alarak Belh’ten ayrıldı. Bir çok kültür merkezini ve önemli şahsiyeti ziyaretten sonra hac farizasını edâ ederek 1228 yılında Selçuklu sultanının daveti üzerine Konya’ya yerleşti. Sultânü’l-ulemâ vefat edince müridleri Hz. Mevlânâ’nın etrafında toplandılar. Bu yalnızlık devresinde babasının tanınmış dervişlerinden Tirmizli Seyyid Burhaneddin, işaret üzerine Konya’ya gelerek Hz. Mevlânâ’nın mânevî eğitimini üstlendi.

Hz. Mevlânâ’nın hayatının en yakıcı noktası Şems-i Tebrîzî hazretleriyle tanışmasıyla başlar. Hz. Pîr’in oğlu Sultan Veled, Kur’ân-ı Kerîm’de Kehf sûresinde geçen kıssayı hatırlatarak Şems’i Hızır aleyhisselam’a Mevlânâ’yı da Musa aleyhisselâm’a benzetir.

Hz. Pîr ve Şems’in dostlukları hakkında pek çok şey söylenebilir. Fakat bir gerçek vardır ki Hz. Pîr, Şems’ten sonra bizim o tanıdığımız, sevdiğimiz, hayranı olduğumuz Mevlânâ olmuştur.

Hayatını “hamdım, piştim, yandım” sözleriyle özetleyen pirimiz 17 Aralık 1274 Pazar günü, bundan tam 739 sene önce yaklaşık 66 yaşlarında iken Rabbine kavuştu.

Ölümü “Şeb-i Arûs” diye niteleyen Mevlânâ,

“Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız, bizim mezarımız âriflerin gönüllerindedir.”buyurmuştur. 

Mevlânâ hazretlerine kadar her alime “Mevlânâ” denilmiştir. Fakat Hz. Pîr’den sonra “Mevlânâ” deyişi, yalnızca onun adıyla eşdeğer gibi olmuştur. Bir de Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri vardır ki, tesiri hâlâ yolunun temsilcileri tarafından devam ettirilmektedir.

Mevlânâ hazretlerinin hayatını anlatmak belki kolaydır. Eserleri ve tesirlerini… Fakat o mânevî hallerini, aşkını, cezbesini nasıl anlatmalı!

Bir insan Mevlânâ var; yaşayışı, ahlâkı, sevinci, neşesi, muhabbeti, semâı, dindarlığı, evliyâlığı ile…

Bir menkıbeler Mevlânâ’sı var; insanların görmüşten daha fazla inanarak anlattığı…

Şems-i Tebrîzî ile Allah aşkının zirvesine yerleşen ama ardından da vakarla insanlar arasında oturan bir âşık Mevlânâ var.

Bir de ayrıca Doğu’da Batı’da tüm insanları hayran bırakan hümanist kalıbıyla sınırlanmak istenen “Rûmî” diye tanınan Mevlânâ var.

Hz. Mevlânâ kaynağını Hz. Peygamber’den almıştır. Yönünü Kur’an’dan almıştır. Bir rübaisinde diyor ki:

Ben sağ olduğum müddetçe Kur’ân’ın kölesiyim. 

Muhammed-i muhtarın yolunun toprağıyım

Eğer benim sözümden bundan başka mânâ çıkarırlarsa

Anlatılanlardan da anlatanlardan da uzağım.

Yalnız Türkler’in değil, bütün müslümanların tesir altında kaldığı Pîr’imizin hatırası hâlâ canlı ve diridir. Çağdaşı Yunus Emre diyor ki:

“Mevlânâ Hüdâvendigâr bize nazar kılalı

Anın görklü nazarı gönlümüz aynasıdır.”

Edebiyatımızda da Nef’i’den Şeyh Gâlib’e, Erzurumlu İbrahim Hakkı hazretlerine kadar Mevlânâ ve Mesnevî’den izler vardır.

Pakistan’ın büyük şairi Muhammed İkbal de onun fikirlerini benimseyerek kendisine mürşit edinmiştir.

Hz. Mevlânâ bize zâhiren çok tanınan ve anlaşılan bir mübarek gibi görünür. Oysa o, anlaşılamamaktan yakınır.

“Doğru düzgün, güzel bir zekâ ve kavrayışın hasretinden öldüm. Öldüm böyle bir anlayış aramaktan, buna karşı hasret çekmekten. Benim sözlerim benim kâbıma göre değildir, ne söylüyorsam senin anladığın kadardır.”

Her davranışında Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’i örnek alan Mevlânâ hazretleri ibadete, mücahedeye, riyazata çok düşkündür.

Oruç hususunda çok gayretlidir. Şöyle der:

Senin gönül kuşun fazla yemeden ve hastalığından ötürü bu yumurtayı delip çıkamamıştır. Sen oruçla nefis esaretinin yumurtasından çık ki kanatların açılsın, mânâ göklerinde uçabilesin.

Evinde yemek işleriyle meşguliyet az olduğunda ev halkına iltifat eder, “Bugün sizde fakirlik nuru parlamaktadır.” derdi.

Dostlarından biri can sıkıntısından şikayet ettiğinde,

Dünyanın bütün can sıkıntısı bu dünyaya gönül verme neticesidir.”

der.

Yine Pîr’imiz tevâzu hakkında der ki:

Servi ve kavak gibi meyvesiz ağaçların başları daima yukarıdadır; bunların dalları da yukarıya doğru uzar. Meyveli ağaçların bütün dalları aşağı doğru sarkar. Olgun insanlar da tıpkı bunun gibi alçak gönüllü olurlar.

Hz. Mevlânâ’yı anlatan pek çok şiir vardır.

Bekir Sıdkı Erdoğan’ın Hz. Mevlânâ’yı anlattığı şiiri şöyle nihayetlenir:

“Ey muhabbet pîri dost, 

Ey gönüller tahtının sultânı yâr

Sîretin her kalbe sinmiş

Sûretin her yüzde var. 

Sayfa sayfa şerhedilmiş 

Mesnevî’dir her kapı

Hangi âşık çalsa

İstikbâle Mevlânâ çıkar…”
Hülya Yılmaz