İslam’ın doğuşundan bugüne kadar ortaya çıkıp mehdiliğini ilan edenlerin sayısı bir hayli fazladır. Bunun herhangi bir istatistiki bir çalışması yapılmamış olsa da alanın uzmanları tahminlerini binli rakamları kullanarak yapmaktadırlar. Bu kişilerin bir kısmı etraflarında büyük kalabalıklar toplamaya muvaffak olmuşlar ve bu kişilerle içinde yaşadıkları devletin siyasi ve sosyal düzenini sarsan hareketlere girişmişlerdir. Ancak şimdiye kadar mehdilik iddia edenlerin hiçbirinin ardından rivayetlerde öngörülen süreçler yaşanmamıştır. Bu anlamda sayıları binlerle ifade edilen bu mehdilik iddiacılarının hiçbiri rivayetlerde öngörülen Mehdi değildir. O halde şu soru akla gelmektedir: Bu insanlar niçin mehdilik iddia etmişlerdir? Daha doğru ifadelerle sormak gerekirse; bu kişileri kendilerinin Mehdi olduğunu düşünmeye sevk eden sebep nedir? Bunlar psikolojik rahatsızlıkları olan kişiler midir yoksa tamamen siyasi hedefler peşinde koşan düzenbazlar mıdır? Yoksa bu iki seçeneğin her ikisi de geçerli midir? Bu çalışmada mehdilik iddia edenlere biraz daha yakından ışık tutularak söz konusu soruların cevaplarına dair okuyucunun zihninde bir çerçeve çizilmesi amaçlanmıştır. Ancak mehdilik iddia edenleri incelemeye geçmeden önce kavramın anlam çerçevesine ve tarihsel gelişimine kısaca dikkat çekilecektir.

Mehdi kavramı Arapça kökenli bir kelime olup sözlükte “doğru yolu bulmak; yol göstermek, rehberlik etmek” anlamlarına gelen “hedy, hidâyet” kökünden türemiştir. Bu kökten türemiş bir sıfat olarak “Mehdi” kelimesinin lugat anlamını “hidayete erdirilmiş, kendisine doğru yol gösterilmiş kişi” olarak vermek mümkündür. Mehdi kavramının uzun süren tarihsel koşullar etrafında şekillenen terimsel anlamını ise; İslâm geleneğinde âhir zamanda adaletin ortadan kalktığı ve zulmün yaygınlaştığı bir dönemde ortaya çıkarak dini yenileyeceği, adaleti sağlayacağı ve kendisine yüklenen kıyamet sürecindeki rolü oynayacağı beklenen kişi olarak tanımlayabiliriz.

Mehdi kavramı Kur’ân’da geçmemektedir ve bir inanç olarak varlığını hadis literatüründe bulunan rivayetlere borçludur. Mehdi ile ilgili rivayetler Sünnî hadis geleneğinin ilk ve meşhur hadis koleksiyonlarının içerisinde kendisine yer bulmuştur. Kütüb-i Sitte adı verilen İslâm kültürünün en önemli hadis eserlerinin müelliflerinden Ebû Dâvûd, Tirmizî, Nesâî ve İbn Mâce’nin eserlerinde yaklaşık 25 adet hadis bu kavramla ilişkili olarak zikredilmiştir.

İlk dönem hadis eserlerinde nispeten sınırlı sayıda olan mehdilik rivayetleri zaman içerisinde artan bir çeşitliliğe ve genişlemeye maruz kalmış ve mehdilik konusuna hasredilmiş özel rivayet mecmuaları oluşturulmuştur. Ancak sonraki dönemlerde kaleme alınan mehdilik eserlerinde hadis ilminin temel kriterlerine uymayan çok sayıda rivayetin ya Hz. Peygamber’e (SAS) veya sahabeye yahut tâbiîn döneminin önde gelen simalarına atfedilerek kendisine yer bulduğu görülmektedir. Ayrıca son derece güçlü bir mesiyanik geleneğe sahip olan Yahudi ve Hristiyan kültürünün ürettiği bazı düşünce ve rivayetler de genişleme sürecinde bu eserler vasıtasıyla İslâm kültürüne aktarılmıştır. Zaman içerisinde bunlara İslâm toplumunda saygınlık kazanmış ulema veya tasavvuf erbabının kanaatleri/kehanetleri de eklenmiş, bu sayede eklektik malzeme ile oluşturulmuş oldukça ayrıntılı, renkli ve çeşitlenmiş bilgilerden oluşan bir kaynak havuzu meydana getirilmiştir. Bu kaynak havuzu, tarih boyunca mehdilik iddia eden kişilerin hem kendilerinin beklenen Mehdi olduklarına dair deliller bulmak hem de etraflarında gerçekleşen siyasi/sosyal/kültürel hadiselerin yaklaşan kıyametin işaretleri olduğuna insanları ikna etmek için yaptıkları yorumlara dayanak teşkil etmiştir.

Şiîliğin en büyük temsilcisi olan İmamiyye kolu, ürettikleri “gaybet” teorisi ile kendilerini dışlanmış ve ezilmiş hisseden taraftarlarının kurtuluş umutlarını dünyanın sonuna kadar erteleme imkânına kavuşmuşlardır. Allah’ın Müslümanları imamsız bırakmayacağı ve her devirde onlara liderlik edecek Ehl-i beyt kökenli bir lider göndereceği düşüncesini geliştiren İmâmîler, 11. İmam olan Hasan Askerî’nin 260/874 yılında bir çocuk bırakmadan vefat etmesi üzerine teorilerini korumak için gaybet nazariyesini icat etmişlerdir. Buna göre Hasan Askerî’nin beş yaşında, adı Muhammed olan bir oğlu vardır ve korunmak amacıyla gaybete girerek bir mağarada gizlenmektedir. Adı Muhammed b. Hasan Askerî olan bu 12. imam aynı zamanda “Kâim Mehdi”dir ve kıyamete yakın zamanlarda gizlendiği yerden ortaya çıkarak kendisine yüklenen ilahî rolü oynayacaktır. İmamın gerekliliği inancını korumak için geliştirilmiş bu hamle ile Mehdi kavramının, yakın zamanda ortaya çıkacak bir kurtarıcıdan kıyamet sürecinde zuhûr edecek bir figüre dönüştüğü anlaşılmaktadır.

Şiîliğin bir diğer önemli kolu olan İsmailîler de inanç sisteminde Mehdi figürüne yer vermişlerdir. Onların Mehdi inanışı da özünde kendilerine imam olarak benimsedikleri Ehl-i beyt liderlerine yükledikleri anlamdan neşet etmektedir. Esasında ilk altı imama kadar İmamiyye ile ortak bir silsileye sahip olan İsmailîler, altıncı imam olan Cafer-i Sadık’tan (ö. 148/765) sonra imametin büyük oğul olan İsmail (ö. 138/755-756) kanalıyla devam ettiğini iddia ederek onlardan ayrılmışlardır. Onların beklediği Mehdi de İsmail’in oğlu olan ve bütün inançlarının merkezine oturttukları Muhammed b. İsmail’dir ve tıpkı İmamiyye gibi İsmailîler de onun gaybet döneminde bulunduğunu öne sürmektedir. Ancak İsmailîlerdeki bu inanış Fatimîlerin kurucusu olan Ubeydullah el-Mehdî’ye(ö. 322/934) kadar devam etmiştir. Zira ilk Fatimî halifesi olan Ubeydullah, kendisinin Mehdi olduğunu iddia ederek klasik İsmailî teorinin seyrini değiştirmiş ve bu farklılık İsmailîlerde bir bölünmeye yol açmıştır. Bu tarihten sonra bir kısım İsmailîler Ubeydullah el-Mehdî’nin görüşlerini benimserken diğer kitle Muhammed b. İsmail’in ölmediğine, beklenen Mehdi olduğuna ve zamanı geldiğinde aralarına katılacağına inanmaya devam etmiştir.

Araştırmalar Mehdi tabirinin âhir zaman süreci ile alakalı çağrışımlarının Sünnî gelenekte 4./10.asrın başlarından itibaren kabul görmeye başladığını göstermektedir. Ancak Sünnîlikte âhir zamanda zuhûr edeceği düşünülen Mehdi’nin kimliği, hem İmamiyye’nin hem de İsmailîlerin tasavvurlarından farklı olarak şekillenmiştir. Sünnîlere göre de Mehdi, Ehl-i beyt’ten, yani Hz. Muhammed’in (SAS) soyundan olacaktır. Mehdi’nin hem kendi adı hem de babasının adı Hz. Muhammed (SAS) ile aynı olacak, yani o, Muhammed b. Abdullah ismini taşıyacaktır. Sünnîler, Şiî-İmamî düşüncenin genelinden farklı olarak Mehdi’nin henüz dünyaya gelmediğine inanmaktadır. Dolayısıyla onlarda görülen gaybet gibi bir gizlenme süreci Sünnî mehdilik düşüncesinde söz konusu değildir.

Görüldüğü üzere İslâm geleneğinde Mehdi kavramı yaygın olarak kullanılmakla birlikte kavrama yüklenen anlam ve çağrışımlar bütün Müslümanların zihninde aynı değildir. Bu anlamda üzerinde uzlaşılan tek bir Mehdi yoktur, bilakis çeşitli dinî grupların kendilerine ait Mehdi’leri vardır. Kavramın gelişimi kaynakların genişlemesiyle eş zamanlı bir şekilde tarihsel gelişmeler etrafında şekillenmiştir. İslâm tarihinde fitne dediğimiz karmaşa dönemlerinde yaşanan olumsuzluklar ve bunların sebep olduğu fırkalaşma her grubun kendisine özel bir Mehdi algısı oluşturmasının önünü açmıştır.

Mehdi kavramı ilk ortaya çıktığı zamanlardan bugüne değin çok sayıda hırslı kişinin dinî/siyasi sahada güç elde etme amaçlarına ulaşmak için kullanmaktan çekinmedikleri bir kavram olagelmiştir. Bu tarz kişiler kendilerinin beklenen Mehdi olduğunu öne sürerek çok sayıda kişiyi etraflarında toplamaya muvaffak olabilmiş ve zaman zaman içinde yaşadıkları siyasi yapının temellerini sarsacak ve yeni devletlerin ortaya çıkışını tetikleyebilecek boyutlarda güç elde edebilmişlerdir.

Mehdilik iddia eden birisi eğer iddiasını politik veya ekonomik güç elde etme amacına paravan olarak kullanmıyorsa samimi bir şekilde ilahî bir görev üstlendiğine inanmaktadır. Doğal olarak bu görev, olağan dışı bir şekilde aşkın bir varlık tarafından verilmelidir. Kaynaklara bakıldığında böylesi bir görevin iletilmesinde en yaygın karşılaşılan motifin bir rüya içerisinde veya yakaza halinde bildirme olduğu görülmektedir. Örneğin büyük bir politik hareketin öncüsü olmayı başaran ve adı günümüz Sudan’ının politik dünyasında hala etkili bir saygı figürü kabul edilen Muhammed Ahmed el-Mehdi, Hz. Muhammed (SAS) ile yakaza halinde görüştüğünü ve kendisine mehdilik görevinin onun tarafından verildiğini öne sürmüştü. Onun bu iddiasının hareketi için en önemli zaman olan ilk dönemlerde, ihtiyaç duyduğu desteği elde etmesinde çok faydalı olduğu bilinmektedir.

Bir başka mehdilik iddiacısı olan ve 1794/1208-1209 yılı civarlarında Nijerya’da siyaseten başarılı bir harekete öncülük eden Kadiriyye tarikatına mensup Osman b. Fûdî de tasavvufi gelenekte müşahede adı verilen usul vasıtasıyla Abdülkadir Geylani ile görüştüğünü ve onun Allah’ın düşmanlarına karşı kullanması için kendisine bir kılıç verdiğini belirtmişti. O, bu iddialarla yola çıktığı hareketiyle 1808 yılında bölgesinde siyasi hâkimiyeti ele geçirmiş ve akabinde Sokoto Halifelik Devleti’ni kurmuştur. Kendisi açıkça dile getirmese de taraftarları onun beklenen Mehdi olduğu düşüncesindedir.

Yine 7./13. asırda Endülüs’te ortaya çıkan on iki yaşındaki bir çocuğun tamamen rüyalarının yönlendirmesi ile kendisine ilahî bir görev verildiğine inandığını kaynaklarımız bize bildirmektedir. 8./ 14. asrın meşhur dinî önderlerinden biri olan ve Hurûfîlik hareketinin kurucusu Fazlullah Esterâbâdî de misyonuna, kendisini Mehdi ve Mesih olarak gördüğü rüyalardan sonra başlamıştır.

Bu minvalde zikretmemiz gereken bir diğer örnek ise Şeyh Ahmed el-Ahsâî’dir. Daha sonra içerisinden Babîlik hareketini çıkaracak olan Şeyhîlik tarikatının kurucusu şeyh Ahmed el-Ahsâî, rüyalarında sürekli Hz. Muhammed ve Şiî imamlarla görüşüyordu. Hatta rüyalarından birinde Hz. Muhammed’in (SAS) tükürüğünü yutmuştu ve bu ona ilahî bir neşve verildiğinin bir kanıtı olarak yorumlanmıştı.

9./15. asrın başlarında İran coğrafyasında Mehdi olduğu iddiasıyla ortaya çıkıp son derece etkili bir harekete öncülük eden Muhammed Nurbahş’ın mehdilik serüveni ise kendisinin değil bir arkadaşının gördüğü rüya üzerine başlamıştı. Halil isimli arkadaşı rüyasında Muhammed’in üzerine gökten bir ışığın (nur) indiğini ve onun üzerinden dünyadaki diğer insanlara dağıldığını görmüş, bunu ortak hocaları Huttâlânî’ye anlatınca hocası Muhammed’e “Nurşaçan” anlamında “Nurbahş” unvanını vermiş ve öğrencisini özel bir görevi olduğuna ikna etmişti.

Bazen hiçbir dinî rol üstlenmemiş kişiler bile rüyalarına dayanarak mehdilik iddia edebilirdi. 1302/1884 yılında Osmanlı bürokratlarının resmi evrakta “Urfalı bir serseri” olarak bahsettiği Urfalı Mahmut bir gece rüyasında Mehdi olduğunu görmüş ve ertesi sabah da bunu ilana kalkışınca devlet görevlileri tarafından tutuklanmıştı.

Görüldüğü gibi rüya veya mükaşefe gibi subjektif metodlara dayanan ve bu özelliği sebebiyle dini bilgi açısından sonuçlarının kesinliği/güvenirliği kuşkulu olan usuller bu tarz hareketlerde en önemli enstrümandır, ancak kullanılan başka motifler de vardır. Örneğin 901/1096 yılında Hindistan’da mehdiliğini ilan eden Seyyid Muhammed Cavnpûrî bir gün “sen vaad edilen Mehdi’sin. Mehdiliğini açıkla ve insanlardan korkma” şeklinde ilahî bir ses duyması üzerine mehdilik serüvenine girişmişti.

Yine Kuzey Afrika’nın Sicilmâse bölgesinde 1014/1605 yılında mehdilik iddiası ile ortaya çıkan ve İbn Tumert’ten sonra bölgenin çıkardığı en etkili mehdilik hareketine liderlik eden Ebû Mahallî ilahî ilhamlar aldığını söylüyordu.

Benzer bir şekilde Allah tarafından görevlendirilme iddiasına bir diğer örnek ise Sudan Mehdisi’nin ölümünden sonra vukû bulmuştu. Onun ölümü üzerine yerine geçen vekili Abdullah Teâyüşî bu misyonun kendisine Hızır tarafından tebliğ edildiğini ilan etmişti.

İlginç bir başka örnek ise II. Abdülhamid döneminde mehdiliğini ilan eden Halepli Muhammed idi. Zira o, diğerlerinden farklı olarak Mehdi olduğu düşüncesine okuduğu bir kitap vasıtasıyla kapılmıştı. İlginç olan şey ise bu kitabın içinde mehdilik düşüncesini çağrıştırabilecek hiçbir bilginin olmamasıydı. Buna rağmen Halepli Muhammed tamamıyla ahlaki öğütlere odaklanmış bu kitabı okurken birdenbire içine doğan hissin doğruluğundan kuşku duymamıştı.

Bütün bu iddia sahipleri anlaşıldığı kadarıyla bir tecrübe yaşamışlardı. Onların yaşadıkları bu tecrübe ruh dünyalarında bir şeyleri tetiklemiş ve kendilerine diğer insanlardan farklı kılacak özellikler verildiği hissine sürüklemişti. Bazı insanların zaman zaman kendisini özel birtakım hislere mazhar olmuş hissetmesi sadece İslâm geleneğinde rastlanan bir durum değildir. Hemen hemen bütün dinlerde var olan mesiyanik gelenek, zaman zaman o çevrelerde de bazı insanların benzer iddialarla ortaya çıkmasının önünü açmıştır. Bu örneklere göz attığımızda, aslında benzer mistik tecrübelerin bütün kültürler için söz konusu olduğu dikkati çekmektedir. 1311/1893 yılında Osmanlı’nın Mamuratülaziz Vilayeti’ne bağlı olan Eğin kazasında bir Ermeni papazı olan Vahan, nübüvvet iddia ederek Osmanlı aleyhine harekete geçmesi için halkı kışkırtmıştı. Mamuratülaziz valisi bu kişinin ilham ve rüyalara dayanarak halkın zihnini iğfal ettiğini merkeze rapor etmişti. Hemen hemen Halepli Muhammed ile aynı zamanlarda İtalya’nın Toskana bölgesinde mesihliğini ilan ederek etrafına çok sayıda kişiyi toplayan Davide Lazzaretti’nin bilinen ilk iddiası on dört yaşında iken gördüğü bir hayal idi. 1950’li yıllarda Amerika’da yaşayan sıradan birisi olan Mrian Keech bir gün kolunda bir karıncalanma/uyuşma hissetmiş ve akabinde kolundan omuzuna doğru bir sıcaklık hissetmesi üzerine aslında bir varlığın kendisinin dikkatini çekmeye çalıştığı fikrine kapılmıştı. Sonraki süreçte bu usul üzerinden uzaydan mesajlar aldığını iddia eden Marian Keech kendisine tabi olan küçük bir grupla dünyayı mesajlarda vaat edilen yok oluştan kurtarmaya çalışmıştı.

Örnekleri çoğaltmak elbette mümkündür, ancak bu kadarının konuyu anlaşılır kılmak için yeterli olacağını düşünüyoruz. Bütün bu örneklere bakıldığında, yaşanılan veya yaşandığı düşünülen bazı hissi tecrübelerin söz konusu kişiler tarafından yorumlandıkları ve akabinde de çevrelerini bu yoruma inandırdıkları görülmektedir. Burada akla bu tarz tecrübe yaşayan kişilerin psikolojik bir bozukluklarının olup olmadığı sorusu gelmektedir. Bu soruya verilecek cevap, mesiyanik iddialarda bulunan kişilerin çoğunun, derecesi ve biçimi kişiden kişiye değişmekle birlikte, psikolojik bir rahatsızlığının bulunduğu yönündedir. Kaynaklara yansımış mehdilik iddialarında bu tarz psikolojik bozukluların izlerine rastlamak mümkündür.

Kuzey Afrika’da mehdilik iddia ettiğini daha önce söylediğimiz Ebû Mahallî, sufilik yoluna girmeden önce zihinsel krizler geçirdiğini, geceleri uyuyamadığını, zaman zaman deliliğe benzer haller yaşadığını bizzat kendisi dile getirmektedir. Bu manada en dikkat çeken örneklerden birisi mücedditlik, mehdilik/mesihlik ve nebilik iddialarının yoğun bir şekilde dillendirildiği Kadıyanîlik/Ahmediyye hareketinin kurucusu olan Mirza Gulam Ahmed’dir. O, küçük yaşlardan itibaren gördüğü rüyalar eşliğinde garip davranışlar göstermektedir. Aşırı derecede unutkan ve dalgın olup aynı zamanda melankoli hastalığına yakalanmıştır.

Bir başka örnek 1329/1913 yılında Harem-i Şerif’te Cuma hutbesi okunurken “ben Muhammed Mehdi’yim” diye bağırıp elindeki kılıçla hutbe okuyan hatibi öldürmek için hamle yapan ve oradaki kolluk kuvvetleri tarafından hemen derdest edilen Muhammed Said’in sorgusunda ortaya çıkmaktadır. O, kendisine küçük yaşlardan beri zaman zaman cinnet halleri geldiğini ve o zamanlarda ne yaptığını hatırlamadığını söyleyerek yol açtığı olayları bilinçli bir şekilde yapmadığını dile getirmiştir.

Adana’nın Haçin (Saimbeyli) kazasında kadı iken 1325/1907 yılında Sultan II. Abdülhamid’e bir menşur gönderip kendisinin Mehdi olduğunu iddia ederek onu kendisine biata davet eden Elbistanlı Kadı Mustafa Kamil Efendi de aslında Sabit isimli çocuğunun ölümü üzerine melankoli hastalığına yakalanmış bir kişilik olması sebebiyle burada zikredilmelidir. Hastalığı sebebiyle olsa gerek bu hamlesinden sonra cezai bir soruşturmaya maruz kalmamış, hatta tedavisinden sonra tekrar ilmiyedeki görevine geri dönmüştür.

Benzer psikolojik rahatsızlıkların izlerine İslâm dışındaki kültürlerde ortaya atılan mesiyanik iddia sahiplerinde de rastlanabilmektedir. 11./17. yüzyılda mesihliğini ilan ederek Yahudiler arasında büyük bir heyecan uyandıran Sabetay Sevi’nin hayatını kaleme alan araştırmacılar onda çocukluğundan itibaren tuhaf davranışlar görüldüğünü belirterek bu tuhaflıkları onun manik-depresif psikoz hastası olmasına bağlamışlardır. Bir başka örnek aslen saygın bir hukukçu olan Dr. Schreber’dir. O da tıpkı Elbistanlı Kadı Mustafa Kamil Efendi gibi bir psikolojik hastalığa yakalanmıştır. Dr. Schreber, kendisine dünyayı kurtarma misyonu verildiğini düşünen ve kendisinin Tanrı ile sürekli iletişim halinde olduğuna inanan birisidir. Hakkındaki kayıtları inceleyen Sigmund Freud onun hikâyesini bir paranoya vakası olarak adlandırmıştır.

Bu örnekler ışığında genel olarak bir yargıda bulunmak gerekirse mehdilik iddiasında bulunanların çoğunun mani, şizofreni, paranoya, epilepsi gibi çeşitli psikolojik hastalıkların pençesinde olduğu, en azından kişilik bozukları taşıdığı söylenebilir. Ancak tek tek örnekler söz konusu olduğunda, hastalığı uzmanlar tarafından tasdik edilmiş olanlar dışında, kimin ne derece hasta kimin ne derece normal olduğuna dair bazı emarelerden hareketle tahmin yürütmek dışında pek fazla bir seçenek yoktur. Hastalığı belirgin durumda olanları tespit etmek oldukça kolaydır ve bunların toplumu etkileme potansiyelleri de çok fazla olmamıştır. Ancak psikolojik rahatsızlıklara sahip olmalarına rağmen bunların emarelerini günlük hayatlarına yansıtmayan, yani dışarıdan bakıldığında normal gözüken bazı kişiler, çoğu zaman taşıdıkları rahatsızlıkları dinî, siyasi ve ideolojik kisvelerle perdelemeyi başarabilmiştir. Bu kişiler aynı zamanda siyasal hırslara da sahipseler etraflarına çokça kişiyi toplayabilmiş; kitleler çoğu zaman bu kişilerdeki zihinsel bozuklukları ortaya atılan büyük dini/siyasi/ahlaki iddiların büyüsüyle görememiş veyahut görmeyi istememiştir. Bu anlamda esas sorunun bu tarz insanları sorgusuz sualsiz destekleyen şuursuz kitlelerde olduğu yargısını belirtmek herhalde yanlış olmayacaktır. Allahu Alemu.

Dr. Eyüp Öztürk
Trabzon Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi

Not: Bu çalışma yazarın “II. Abdülhamid Döneminde Bir Mehdilik İddiası: Halepli Bir Köylünün Sıra Dışı Hikayesi” isimli kitap çalışmasının ilgili bölümlerinden özetlenmiştir. Yazıdaki bilgilerin dayandığı kaynaklar için sözkonusu kitabın ilgili sayfalarına ve Kaynakça’sına müracaat edilmelidir.