Yağmurlar yağıyor. Şehir içerisindeki her şeyi simsiyah giyindiriyor. Lastik yanığı teneffüs ediyor ciğerlerimiz.
Duvarlar eğri yazılar ve kan damlalarıyla dolu. Caddeler siren seslerinden yorgun. Yerde bir amca yatıyor. Ağzından sıcak kanlar akıyor, sakalına damlıyor. Suçu ne kimse bilmiyor. Faili ortada yok. 

Vakit: namaz vakti.

İstikamet: camii dönüşü.

Mekân: evinin biraz yakını.

Güneş bütün karanlıkları affederek yine kamaştırıyor gözleri. Kayıplar bulunmayı, yaralılar insaflı bir elin uzanmasını bekliyor. Hastanelerden iniltiler taşıyor. Hayret bile bu olanlara şaşıyor. Hapishane önleri suçsuz insanların masum yakınlarıyla dolu. Olumlu bir haber alınamıyor. Belli bir saatten sonra kimse dışarı çıkamıyor. Copların nefretle indiği beyinlerin tek suçu, inanmak.

Geçtiğimiz günlerde hepinizin adına, akwa.us adına hürmet etiğimiz yaşlı mübarek bir teyzenin konuğu oldum. Ziyaretim beni anlattığı karanlık günlere götürdü, getirdi. Duyduklarıma inanamadım. Aktardıkları çok acı gerçeklerdi.

Atiye Hanım Teyze. Seksen üç yaşlarında. Nur yüzlü. Abdestli namazlı, dualı zikirli bir teyze. Mütevazı ama zevkli bir evde oturuyor. Fatih’te merkezi bir yerde şirin bir evi var. Birçok yaşıtının aksine pas parlak bir zekâya sahip. Her şeyi ve herkesi net bir şekilde hatırlıyor. Özellikle de acıları… Hatırladığı çok güzel günler de var. Hatıra defterinin seksen üç senelik sayfalarında gezinirken kimlere rastladım bir bilseniz. Bazen Rabia Hatun tuttu ellerimden tüm sıcaklığıyla. Bazen de Abdülaziz Bekine Hazretlerinin dizlerinin dibinde buldum kendimi. Bir de baktım Mehmet Zahid Kotku Amca Hazretleri misafirliğe geldi bir yaz akşamı. Zaten meşayıhtan olan bir babanın kızı olan ev sahibini tanıdıkça hülyalı, sevdalı hatıralar edindim kendime.

Aslen Manisalı ama kuşaklar boyu İstanbul’da yaşayan ve bunu bütün davranışlarıyla belli eden hanım efendi bir kimse Atiye Hanım Teyze. Babası Ömer Lütfü Erkişi Hazretleri vaktiyle ilim için gelmiş İstanbul’a. Dini meşguliyetlerle geçirmiş ömrünü. Bu günün deyimiyle profesörlüğe yükselmiş. Memlekete evlenmek için gelmiş. Yuvasını kurmuş. Balıkesir’e Hoca olarak atanmış, ama bir gecede bütün bildikleri geçerliliğini yitirmiş. Geldiği kademe, tahsil ettiği ilim yok sayılmış. Bir sabah kalkan bütün âlimler hükmen cahil olarak uyanmışlar. Atiye Teyzemizin babası, ailesinin geçimini mütevazı bir cami imamı olarak sağlamış. Ulemanın hapse girdiği günlerde arkadaşları, hocaları gözleri önünde birer birer asılmış. Babası, yakın arkadaşlarına ve dindar insanların uğradıkları haksızlıklara çok üzülmüş.

Sıra bir zaman sonra kendisine gelmiş. Ama vade henüz dolmadığından Allah’ın müsaadesiyle kurtulmuş. Atiye hanım teyze kundakta bebek iken evleri basılmış ve babacığını alıp götürmüşler. Evlerini darmadağın etmişler. Suç unsuru sayılacak bir bahane aramışlar. Aynı zamanda babasının hocası da olan İskilipli Atıf Hoca Efendinin asılmadan üç sene önce yazdığı bir kitabı da yanlarına alıp gitmişler. Günlerce haber alamamışlar babasından. Hafız olan gencecik Azize annenin üzüntüsünden sütü çekilmiş. Çok şükür baba eve sağ dönmüş ama bebeğe verecek süt kalmamış. İşte bu yüzden ikamet ettikleri Fatih’te, evlerinin bahçesinde beslemek ve sütünden istifade etmek üzere bir keçi tedarik ederler. Ve onun sütüyle evlerinin bereketi yavrularını beslerler. Tabi o zamanlar Fatih ilçesi, başına geleceklerden habersiz. Bağdan bostandan ibaret bir semtmiş. Şaşılacak şey!

Medreselerde yetişen, binlerce talebe yetiştiren Ömer Lütfü Efendi’nin ziyadesiyle mübarek bir kimse olduğunu ve bizim çok sevdiğimiz hocalarımızın da yakın arkadaşı olduğunu öğreniyoruz. Atiye hanımın çocukluğu silsilei şerifte muhabbetle zikrettiğimiz hoca efendilerin arasında geçmiş. “Onların bulunduğu evlerde büyüdük” diyor.” Kerametten sayılan fevkalade haller, bizim için çok sıradan şeylerdi” derken yorgun gözleri kim bilir ne hatıralara dalıp gidiyordu. “Daima keşfe açık insanlarla beraberdik. Bizi de çocuk diye hiç ayırmazlardı, seçmezlerdi.” Diye mırıldanırken çocuksu bir sevinç parlıyordu yüzünde. Ve devam ediyor anlatmaya… 

Bilhassa hanımlar için doyasıya kardeşliğin yaşandığı bir zamandı. Sohbet için toplaşırlardı. Birikirlerdi. Muhabbetle görüşürlerdi. Ayrılmadan evvel geldikleri evi düzeltirlerdi. Yardım ederlerdi. Can kardeşi bilirlerdi. Şimdi ben onu göremiyorum. Ahiret kardeşliği her şeyin üzerindeydi. Sonsuz bir anlayış ve dayanışma içindeydik.” Derken de benim gözlerim dalıyor istemeden. 

Caddeler de Müslüman insanlar öldürüldü. Kuranı Kerim’ler çiğnendi. Sokaklarda insanlar suçsuz yere vuruldu. Kadınların çarşafları yırtıldı. Âlimler nezarete alındı. Ama o vakitlerde inanılmaz düzeyde, kardeşlik vardı. Heyecanla bu olup bitenleri aktarıyorken, bu günkü çekememezliklerin, rekabetin şifresini çözemediğini belirtiyordu.

Biraz da annesinden bahsetmesini istiyorum.

“Annem çok genç evlenmiş 14 yaşında belki. Hafızdı, talebeleri vardı. Çok hizmet ehli birisiydi. Allah için evini açardı, misafirlerine ikram etmeyi severdi. Annemin isteğiyle üniversite tahsili yapmadım. Hayırlısı böyleymiş. Hafız Azize Hanım senelerce ihvana hizmet etti. {Annemin dayısı da Hacı Mustafa Efendi. İzmir’de yaşamıştır. Çok mübarek bir kimseydi O da. (Meşayıhtandır) Menemen hadisesinde onu da içeriye aldılar. Ailece hep o korkuyla yaşadık, hiçten bir sebeple içeriye alınabilir miyiz? Ne yapsak suç kabul edilen günlerdi. Asılmak an meselesiydi}” diye cevapladı.

Kendisini anlatmaya şöyle devam etti:

Dört evladım var. Eşim çok dürüst bir adamdı. Başarılı adamdı. Her tuttuğu altın oldu. Okuma yazmayı bile askerde öğrenmiş. Ama manevi derinlikleri çok fazlaydı. Hak yemezdi ve bu yüzden elleri bereket dolu idi. Etrafındakilere güzel örnek oldu. Kızım 14 yaşındaydı. Kuran kursu öğreticiliğine başladım. Üç sene Üsküdar’da Fıstık ağacında çalıştım Türkçe öğretmeni olarak. Dört sene de Ihlamur da müdirelik yaptım. Ama ne şartlarda. Öğrencilerimin yatacak yatakları yoktu. Yemek yiyecekleri kapları yoktu. Çalıştık didindik. 350, 400 nüfuslu bir kurs haline getirdik. Yıllarca talebe yetiştirdik. Talebelerimizden eczacılar, doktorlar, diş hekimleri yetişti biz de çok mutlu olduk. Çok zeki çocuklardı. Sonları da güzel oldu. 

Babam görevini Nakşî Bendi Şeyhi olan Hasan Hilmi hazretlerinden almış. Vazifeli olarak Doğu Karadeniz gönderilmiş. Çok insanlar sonra tanışmak için bize geldiler. Babam onları okutmuş. Binlerce talebe yetiştirmek nasip olmuş. Talebeleri hep seçkin insanlardı, hak yemeyen, tertemiz yaşayan… Ve öyle arkadaşları vardı ki; keramet denilen şey onlarda ibadullahtı. İstanbul’da o zamanlar tekke resmi olarak faaliyette idi. Babam da Nakşî Bendi dergâhının satın alma müdürü imiş. Vefat etmeden Silivri müftülüğü yaptı. 63 yaşında vefat etti. Çok hassas bir kimseydi. Birisiyle küçük bir kırgınlık yaşasa altı ay kendisine gelemezdi. Dış dünyaya da açıktı. Arkadaşlarından Abdülaziz Bekine hazretleri ki biz ona amca derdik. Bir gün yardım istemiş arkadaşlarından, Demiş ki ben de Resulullah Efendimiz (sav) gibi evlenmek istiyorum. Tabi isteği hemen yerine getirilmeye çalışıldı babamlar tarafından. Valide dul bir hanımdı. Ve kendisinden yaşça büyüktü. Dört çocukları oldu. Aynı Peygamber Efendimiz (sav) ve Hatice annemiz gibi izdivaç yapmışlardı. Hacı Ömer Hasip Efendi’de vardı babamın sık görüştüğü insanların içinde. Babacığım onlardan önce vefat etti. Ecel erken geldi. Kardeşçe gidilir gelinirdi. Herkes birbirine ahirette de kardeşlik etme sözü vermişti… Aralarında hiç çekemezlik yoktu. Ben hepsine amca derdim çok yakından tanırdım çok tatlı insanlardı. Mübarek insanlardı. Hasta ziyaretleri, bebek görmeleri, hayırlaşmalar çok önemliydi.”

Mehmet Zahit Kotku Hocamızdan bahsetmesini rica ettim. Benim için yorgun zihnini hayli zorladı.

Sağlığında bizim evimize geldi. Ben ilk kez pencereden görmüştüm. Bize geliyordu. Baba bu kim? diye sordum. “Bu bizim en genç şeyhimiz” dedi. Bursa’dan yeni gelmişti. Başta çok üzüntüler çekmiş. İnsanlar ölen şeyhlerini bir türlü unutamadılar. Önce cemaat yadırgadı. Belli bir zaman yalnızlık çekti. Sonra cami doldu taştı gönüldaşlarıyla. Çok genç bir şeyh efendi idi. En çok da yüksek tahsile hitap ederdi. Çok muhterem insandı. Hanımlara ve beylere sohbet verirdi. Biz de edebimizle dinlerdik. Herkes etrafını sardı. Sırbistan’dan, Amerika’dan her yerden talebeleri geldiler. Ders aldılar. Onu sevenlere kalben yakınlık gösterirdi. Çok mütevazi idi. Herkesle tanışık ederdi. Kimseleri kovmadı. Gücendirmedi. Öğrencilerinin dertleriyle tek tek ilgilenirdi. Akademik kimselerle dolar taşardı. Valiler, idare adamları bizim tekkemizden çıktı. Ama gün geldi en yakın talebeleri tarafından talihsizce incitildi. Mağarada Ebu Bekir’e Peygamber Efendimiz “Bende ne varsa sana geçmiştir, senin yolun kıyamete kadar sürecektir”. Demiştir ya ben bu müjdeyle beraber hatırlarım Mehmet Efendi hazretlerini. Burada çifte kumrular sokağında otururlardı. Valide Hatunu çok iyi tanırdım her zaman görüşürdük. Tam fedakâr bir Hanım Anne idi. Her şey çok güzeldi.” Sohbet tatlı tatlı devam ediyorken aynı odada bulunan kızı İnci Hanım söze karıştı. “Ben peygamberimizi öyle tahayyül ederim. Çok nur yüzlü bir kimseydi.” Dedi içini çekerek. Dikkatini toparlamakta zorlanmaya başlayan Atiye Hanım Teyze tekrar karanlık günlere döndü. Oysa ben daha devam etmesini istiyordum.

“İstanbul’un en şiddetli zamanlarıydı. Tek tek gezerdik sokakta. İki kişi bir eve gidemezdik. Asla dini toplantı yapılamazdı. Birer birer gidin diye tembih edilirdi. Müslüman insanlar hep sürüldü. Çoğu da Medine’ye göçe zorlandı. Medine’ye gidenlerden Hümeyra Öktem benim arkadaşımdır. Babası beyefendinin kızından saygıyla bahsettiğini duydum. Çok âlime bir hanımdır. Çok hizmet etti. Babası lise hocasıydı, yüksek seviyeli bir lisenin hocası idi. Medine’den davet geldi gittiler. O zamanlar örnek olarak yaşardık. Her şey gizli ama Cenabı Hakk’ın istediği gibi idi. Bu kadar insanlar varlık düşkünü değildi. Çeşitli hırslar vardır, İnsanın en tehlikeli hırsı makam hırsıdır. Bu konuda kadınlar daha zayıftır. Biraz daha hırsları fazladır. Eskiden evlerin ihtişamı hiç önemli değildi. Çocuklarımızın kıyafetlerine, bizim ne giyindiğimize bakılmazdı. Helal olan yenirdi. Doğru ve uygun olan giyilirdi. En zengin bile tevazu içinde yaşardı. Evlerimiz çok mütevazı idi. Aletleri eşyaları herkesin aynı idi. Büyükler bunun aksini hoş görmezlerdi. İnsanlar ben fakir diye kendilerini tanıtırdı. Yokluk da varlıkta belli edilmezdi. Müslüman varlıklı kimseler varını değil yoğunu verirlerdi. Allah için tasadduk ederlerdi. Yoksul çocuk ile zengin çocuğu birbirini ayıran bir görüntüde değildi. Birlikte oynarlardı. Koltuğun eski olması, halının yıpranmış olması şimdiki gibi ayıp sayılmazdı. Herkesin dikkatleri ahirete yoğunlaşmıştı.”

Bir ara Fatih’ten ayrılarak Etiler’de ikamet etmişler. Atiye Hanım Teyzenin eşine bir arkadaşı; “Ne oldu? Hazreti Fatih’in tokatı sizi oralara mı savurdu? Asıl sillesini yemeden dönün artık memleketinize.” Demiş. Beyefendi amca hiç vakit kaybetmeden tekrar Fatih’ten bir ev almış ve geri dönmüşler. Bu duruma da en çok Atiye Hanım teyze sevinmiş.

Ve daha bir dizi kıskanılası anılarını ve o günün müminlerinin güzel hasletlerini inci taneleri gibi sıraladı. Güzel ve akıcı Türkçesiyle. Tatlı tebessümüyle ve nurlu yüzüyle… Bizlerse bu naif hatıraların izini sürmenin huzurunu tattık sayesinde. Kırılgan ve umut dolu bir geçmişe şahitlik ettik hep beraber.

Kahvelerimiz gibi muhabbetimiz de bitmişti. O’nu daha fazla yormak istemediğimden söz verdiğim saatte yanından ayrıldım. Ama geride aklımı ve gönlümü bırakarak… Atiye Hanım Teyze`den, Fatih’ten ve geçmişin feyiz dolu anılarından uzaklaşmam hiç de kolay olmadı. Allah uzun ömürler versin.
BETÜL ŞATIR