Medeniyet Aklı- Savaş Ş. Barkçin

1966’da Ankara’da doğan yazar 1989’da Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü’nden mezun oldu. Washington’da Johns Hopkins Üniversitesi’nde yüksek lisansını yaptı (1996) ve Bilkent Üniversitesi’nde Siyaset Felsefesi doktorasını tamamladı (2001). Uluslararası ilişkiler, Siyaset Bilimi ve Medeniyet konularında pek çok konferans ve dersler verdi. Müzik, tarih, şiir, tasavvuf ve edebiyat, Dr. Barkçin’in başlıca ilgi alanlarıdır.  Bu alanlarda pek çok yazıları, kitapları, üniversite dersleri, tercümeleri, televizyon programları ve konferansları vardır.

Barkçin, “Medeniyet Aklı” adlı kitabını “Biz kimiz? Nereden geliyoruz?” sorularına cevap vermek amacıyla yazdığını ifade ediyor. Kitabın dili oldukça samimi. Gerçekten de okuduğumuz zaman köklerimize dair bilgiyi bir tarih kitabından çalışır gibi değil de, sıcak bir sohbet ortamındaymışız gibi alıyoruz. Resimler, haritalar, grafiklerle zenginleştirilmiş, duru ve net ifadelerle yazılmış olması anlamayı ve akılda kalıcılığı kolaylaştırıyor. Fazla detaya girmeksizin hem geçmişten hem günümüzden somut örneklerle okuyucuyu bilinçlendirmeyi hedefliyor, komplekslerimize dikkat çekiyor. Tarihini, geleneklerini, sahip olduğu değerleri doğru kaynaklardan öğrenememiş, “kendi” olamamış biz yeni nesiller için mutlaka edinilmesi gereken bir kitap olduğunu düşünüyoruz. Kitapta kendini inkar etmeyi neredeyse alışkanlık haline getirmiş, sindirilmiş ve adeta komaya sokulmuş biz Osmanlı ahfadına aslında kim olduğumuzu, nasıl bir medeniyete sahip olduğumuzu, ait olduğumuz mekanı, esas gücümüzü, ihtişamımızı hatırlatmak ve malum kafa karışıklıklarını gidermek işin çok sayıda örnekler mevcut.

Aslında sadece o örnekleri verdiğimizde bile kitapla alakalı şümullü bir fikre sahip olacağınızı düşünerek aşağıda sıralıyoruz.

İşte kitaptan sizin için iktibas ettiğimiz bazı kısımlar:

“Yabancı” anlamına gelen “foreign” kelimesi, İngilizcede ilk kullanıldığında “kapı eşiği” anlamındaydı. Yani yabancı diye kapının eşiğinin dışında olana denir. Bizde yabancı anlamına gelen “ecnebi” kelimesi de, Arapçada “cenub” dan, yani güney yönünden gelenler anlamındadır. Her iki kavram da alıcı, açık bir anlam taşır.

Şu kimlik kelimesine biraz odaklanalım. Bu kelime, “kim” soru edatına “-lik” eklenerek üretilmiş. Hemen anlıyoruz ki yakın zamanda türetilmiş bir kelime. Dilimiz de, kendimiz gibi paramparça edilip fakirleştirildi. Oysa bu kelimenin aslı “hüviyet” idi. Nüfus kağıdına şimdi “kimlik” diyoruz. Eskiden buna “hüviyet” denirdi. İşte “hüviyet” kelimesi Arapça “huve” den gelir ki “o” demektir. Bir “o” var… Ben değil, sen değil, “o”. Demek ki “o olma” haline “hüviyet” denir.

Peki, bizim “kimlik” kelimesinin Batı dillerindeki karşılığı nedir? İngilizce’de “identity”, Fransızca’da “identite” … Bu iki kelimenin de kökeni Latince’dir. Latince’ye de Yunanca “id” kökeninden gelmiş. “İd” kelimesini psikoloji okuyanlar hemen hatırlayacaklar. Freud’un “ego”, “süperego”, “subego” ve “id” gibi tanımlamalarından birinin adı bu. Anlam olarak “id”, “o” demek. İngilizce bilenler hemen tahmin ederler, “o” anlamına gelen “it” kelimesi de işte bu “id”den geliyor.

İlginç, demek ki aynen bizim kelimemiz “hüviyet” gibi, “identity” de aslında “o olma hali”ne deniyor. Peki biz bugün “hüviyet” değil de “kimlik” diyerek ne yapmış oluyoruz? “Kimlik” derken oradaki “kim” bir soru, “hüviyet” ve “identity”deki “o” ise bir durum. Kısacası, “kimlik” kavramını bir sorudan türetmiş olmamız bile bizim kendi kimliğimiz konusunda ne kadar kafa karışıklığı içinde olduğunuzu gösteriyor.

Bu karışıklığın temeli “kendi” olmanın uzağına düşmemiz, hatta “kendi” olmaktan kaçınmamızdır. Bunun yerine başkası olmaya, batılı olmaya özeniyoruz. “Kendi” tarihimiz, “kendi” müziğimiz, “kendi” dilimiz hep eksik ve geridir. En cafcaflısı Batı’da olur. O halde her birimiz Batı’da ne varsa ona benzemeliyiz.

 Ruslar bile yıkıcı bir komünist devrim geçirmelerine, geçmişteki her şeyi inkâr etmelerine rağmen kendi müziklerini yasaklamadılar. Alfabelerini değiştirmediler. Tarihi eserleri yakıp yıkmadılar. Bugün Rusya devlet başkanı kendinden önceki komünist diktatörler ve ondan önceki çarlar gibi Kremlin’de oturuyor. Moskova ve Sen Petersburg şehirler olarak bu tarihi dönemleri hala barındırıyorlar.

“Modern” Avrupa’ya bakalım… Oraya gidenlerimiz de bilir ki neredeyse bütün şehirler itinayla korunmuştur. Sokaklar, binalar, parke taşlarına kadar, kafeler, kiliseler, çeşmeler, saraylar, parklar… Her bir mekanın bir hatırası, bir tarihî derinliği vardır. Bu kadar modern olan, Modernizmin babası olan, krallarını yok etmiş bir toplum bile tarih deyince, tarihî eser deyince başka bir şey tanımazlar.

Gelelim bizim halimize… Bugün İstanbul’un camilerle süslenmiş siluetinin içi rezalet binalarla, gecekondu tarzı iş yerleriyle, ucube yapılarla doludur. Çünkü bizde gelenek hoş bir şey değildir. Kokmuş, köhnemiş, bitmiş, çürümüş şeydir. Dolayısıyla Avrupa’da tarihi şehirler neredeyse tamamen korunmasına rağmen, bana bugün İstanbul’da böyle korunmuş bırakın bir bölgeyi, bir semti bile gösteremezsiniz. Bir baştan diğerine böyle bir tarihî cadde bile yoktur.

Bugün Avrupa’da tam 11 ülkenin başında bir kral veya kraliçe var: Andorra, Belçika, Danimarka, Hollanda, Liechtenstein, Lüksemburg, Monako, Norveç, İspanya, İsveç ve İngiltere.

İngiliz kraliçesi sadece Britanya’nın değil Avusturalya ve Kanada gibi 15 farklı ülkenin de başıdır.

Demokrasi gibi halkın yönetimi belirlediği bir sistem ile sembolik de olsa bir kraliçenin yan yana bulunması mümkün mü? İngiltere’ye bakınca bunun mümkün olduğunu görüyoruz. Niçin? Çünkü gücün bir gelenek içinde devam etmesi o devleti büyütür de ondan.

Oysa 600 senelik bir dünya devletine sahip olan Türkiye’de hanedan üyeleri yurtdışına sürüldü, perişan vaziyette yaşayıp öldüler. Buna rağmen kimse onlara aldırmadı. En muhafazakârlarımız bile sultanlığı, hatta dinî yönü olan halifeliği talep etmedi, aksine demokrasiye en büyük desteği verdi. Sizce de bu ilginç değil mi? Çünkü bizim için sultanlık geçmiş demektir. Yani Batıya göre biz daha Cumhuriyetçiyiz.

Şeyda Toprak

Yorum Bırakın / Leave a Comment

Go to Top