Beyinde Ararken Bağırsakta Buldum

Beyinde Ararken Bağırsakta Buldum” isimli kitap, genç bir sinirbilimci olan Dr. Serkan Karaismailoğlu’nun kaleminden çıkmış, Elma Yayınevi tarafından yayımlanmış. Bilimsel bilginin biraz da muhabbet üslubuyla son derece akıcı ve anlaşılır bir dille aktarılmaya çalışıldığı bir eser. Yer yer karikatür ve esprilere yer verilmiş olması da okumayı ve anlamayı kolaylaştırmış. Mikrobiyoloji konusunda fazlaca okuma yapmamış bir kimse iseniz, bu kitap size çok şey katabilir. Aynı zamanda sıradışı bilgilerle, tabulaşmış fikirleri rahatlıkla yıkmaya hazır görünüyor.

Karaismailoğlu bu kitabında, bağırsaklarımızda bulunan bakteri sayısının, vücudumuzda bulunan toplam hücre sayısından daha fazla olduğunu ve büyük oranda bağırsaklarımızdaki bu bakteriler tarafından yönetildiğimizi anlatarak okuyucuyu şaşırtmayı başarıyor. İçimizdeki mikroorganizmaların, çeşitli kimyasallar üreterek beynimizi, karakterimizi ve dahi kararlarımızı nasıl etkilediğini samimi bir sohbet havasında açıklıyor.

Son zamanlarda bağırsaklar için “İkinci beyin” ibaresinin kullanılması bu organımızın oldukça popüler bir hale geldiğinin bir göstergesi. Bu konuda yeni kitaplar yazılıyor ve sık sık televizyon programları hazırlanıyor. Bahsi geçen konuları okumak, dinlemek, vücut sistemimizin mükemmelliğini görmek muhteşem bir tefekkür imkanı da sunuyor aslında bizler için. Bir örnek verecek olursak; kitabın 4. bölümünde tükürüğümüzle ilgili bir bahis geçiyor. Diyor ki yazar: “Yakın dönemde tükürük içerisinde ağrı kesici özellik gösteren ‘opiorfin’ maddesi de keşfedilmiştir. Bu maddenin oldukça kuvvetli bir ağrı kesici olduğunu hatırlatalım.” Bu cümleyi okuduktan sonra insanın imanı kuvvetleniyor sanki. Sizler de şayet siyer ve hadis kitaplarına aşina iseniz, okuduğunuzda hemen dikkatinizi çekecek ve bu noktayı saptayacaksınızdır. Hz. Peygamber’in (sas) yaralı ele, ağrıyan göze ve bir takım hastalıkların tedavisinde tükürüğünü kullandığını hatırlayınca ve bunun hikmetlerini görünce insanın içine sevinç doluyor. Bizler elbette Peygamberimiz ’in (sas) fiillerinin bilimsel açıklamaları olup olmadığı konusunda takıntılı davranmıyoruz fakat öğrendiğimiz zaman da mesrur oluyoruz. Kimileri tükürükle tedavi şeklini tiksinti verici bulabiliyor fakat Sevgili Peygamberimiz ’in (sas) sünneti ve dahi işin tıbbi açıklaması ortada iken bunu normal karşılamak en doğrusu olacaktır sanıyorum.

Bizler geçmişte kalabalık ailelerde aynı tastaki çorbaya kaşık sallamış bir toplumuz. Yüzyıllarca tevazu içerisinde yere diz çöküp ortadaki kaptan hep beraber tarhana çorbası içmiş, bulgur pilavı yemişizdir. Şunun şurasında kaç senedir ayrı tabaklar kullanılıyor sofralarda? Fakat şimdilerde evlerimizde daha farklı bir uygulama var. Sofralarda aynı kaptan yemek çok eskilerde kalmış bir hatıra haline geldi. Artık daha modern (!) ve varlıklı olduğumuzdan olsa gerek, her fert için ayrı porselen tabaklar kullanıyoruz ve bir takım kurallarımız var. Kendi kaşığımızla ortadaki tabaktan salata alamayız mesela. Salatanın kendine has kaşığı olmalı… gibi kurallar. Ne zaman ve nasıl bu tarzı benimsediğimiz muamma fakat sizce de ‘biraz’ abartmıyor muyuz?

Efendimizin (sas) gökteki yıldızlara benzettiği ve önümüzdeki en güzel örnek olan sahabeyi hatırlayalım: Resulullah’ın (sas) artığını kapışırlardı. “Peygamberimizin artığı başka ama” diye itiraz eden olursa, o halde aynı tastan yan yana sıralanmış sahabenin sırayla yudum yudum süt içtiğini hatırlayalım? İstese Rasulullah (sas) herkese ayrı kap getirtebilirdi. Cebrail (as) her an emrindeydi. Ne isterse yerine getirebilecek yetkiye sahipti. O ki koruyucu hekimliği, yüzyıllar evvelinde topluma öğreten ve benimseten bir lider. O ki insan sağlığına değer veren, yemeklerden önce ve sonra ellerini yıkamayı asla ihmal etmeyip ümmetine de emreden Peygamber (sas). O ki her vakit namazdan önce ağız ve diş sağlığı için misvak kullanmaktan vazgeçmeyip ashabına da tavsiye eden Yüce İnsan…  Neden “aman çatalım değdi, aman ağzım değdi…” şeklinde davranışlar sergilemedi? Aksine ortak tabaktan yemeye devam etti ve bereketin sırlarına dair ipuçları verdi bizlere. Bunların hikmetleri üzerine biraz düşününce yeme tarzımız ve bazı alışkanlıklarımızın yeniden şekillendirilmesi elzem gibi görünüyor.

Kitabın ana konusu olan mikrobiyotaya giriş yapıldığı, “Eyvah Vücudumda Mikrop Var” adı altındaki 8. bölümde, bizim hijyen namına yaptığımız bazı şeylerin aslında tam tersi bir tesir oluşturduğundan bahsediyor yazar. Tüm mikropların kötü olmadığını, aksine faydalarının da olduğunu söylüyor ve insanların neden mikroplara karşı son derece önyargılı olduğunu sorgularken bir çıkarım yapıyor. Her şeyin mikroskobun keşfiyle başladığını, daha sonra mikropların her yerde olduğunun keşfedildiğini, bir sorun çıktığında bunun müsebbibinin kötü bakteriler olduğunun öğrenilmesinden beri insanların iyi-kötü tüm mikroorganizmalara karşı olumsuz bir tavır takındığını söylüyor. Hatta sevmediğimiz insanlara mikrop ismi taktığımızı hatırlatıp bir nevi gülümseterek tezini ispatlıyor.

Günümüzde insanoğlunun mikroplara karşı açmış olduğu savaşta kullandığı en önemli silahlar antibiyotikler ve temizlik malzemeleridir. Özellikle Allah’ın en tatlı mucizelerinden biri olan evlat sahibi olduktan sonra ailelerin temizlik ve hijyen konusuna daha da bir eğildiğini görürüz. Hele ki bebek evde emeklemeye başladığında yerlerin temiz ve steril olmasına büyük özen gösterilir. Bu noktada kitaptan bir miktar alıntı ile devam edelim: Eve bütün etkili deterjanlar alınır. Zira mikropların kökünü kurutmak gerekir. Reklam dünyasında konuyla ilgili tonlarca reklam görebilirsiniz. Her yeri yalayan super görünümlü anneler, kirden ve mikroptan eser bırakmayan harika temizlik malzemeleriyle bir günü daha kurtarmaktadırlar. Artık çocukları güvendedir, hiçbir mikrop çocuklarına yanaşamaz çünkü. Reklamlarda böyle bir hava oluşturulsa da bu durum gerçekten de böyle mi olmaktadır? Yani bir ortam ne kadar steril olursa o kadar iyidir anlamına mı gelmektedir? Bu tip reklamlar televizyon kanallarında sıklıkla döndüğüne göre genel kanı buymuş gibi gözükmektedir. Oysa durum düşünüldüğünden epey bir farklıdır. Tarih 1989 yılını gösterdiğinde, Londra’daki St. George’s Üniversitesi’nde halk sağlığı uzmanı olan David Strachan ortaya oldukça ilginç bir fikir attı. Stratchan’a göre kirliliğinin azalması insanları alerjiye daha yatkın hale getiriyordu.” Yazarın açıklamalarına göre, günümüzde buna “hijyen hipotezi” adı verilmiş. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından ortam koşulları iyileştirilmesine rağmen alerjik hastalıklarda artış tespit edilmiş. Bunun bir örneği yine İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bölünen Almanya’da gözlemlenmiş. Ülkenin batı yakası süreç içerisinde ekonomik bir gelişme gösterir iken, doğu kısmı yaşam standartları açısından pek de iyi olmayan bir durumda kalmış. Araya çekilen Berlin Duvarı ise bu farklılığı daha da perçinleyerek iki ayrı dünya meydana gelmesine sebep olmuş. 1989’da bahsi geçen utanç duvarı yıkıldığında batının iyi giyimli, semiz ve steril çocukları, doğuda tabiri caizse çamurda büyüyen çocuklara göre çok daha fazla astım ve diğer alerjik hastalıklara yakalanır olmuşlar. Bu iki yakanın insanları üzerinde yapılan araştırmaların hijyen hipotezini destekler nitelikte olduğu söylenmiş.

Bir defa daha yazarın sözlerine kulak verelim: “Bilenler bilir, köy çocuğu diye bir tabir vardır. Köy çocuğu denince gözümüzün önüne kırmızı yanaklı, üstü biraz kirli ve oldukça sağlıklı bir çocuk gelmektedir. Ama klasik şehir çocuğu deyince bunun tam tersi, soluk yüzlü, oldukça temiz görünümlü ve bir o kadar da yılgın görüntüsü olan bir çocuktan bahsedebiliriz. Yapılan çalışmalar, Avrupa’nın birçok bölgesinde, köy ve çiftlik evlerinde büyüyen çocukların, şehirlerde büyüyen çocuklara göre belirgin hastalıklar açısından daha dayanıklı olduklarını göstermiştir. Strachan’a göre, ailenin büyüklüğü ile alerjik hastalık arasında da bir ilişki bulunmaktadır. İngiltere’de yaptığı bir çalışmada, 1958 yılında doğmuş olan 17 bin çocuğun  yetişkinlikte geçirdiği hastalıkları inceleyerek ilginç bir sonuca ulaşmıştır. Buna göre aynı evde yaşayan kişi ve çocuk sayısı ne kadar fazla ise o çocuklarda ileride görülecek astım ve alerji gibi rahatsızlıklar daha düşük sayıda görüyordu. Bunun en önemli nedeni, evde yaşayan daha büyük çocukların gerek hamile kadına gerekse de yeni doğmuş çocuklara mikrop bulaştırmada oldukça belirgin bir rol üstlenmesidir. Eskiden aile kavramı çok genişti. Şimdiki modern ailelerde olduğu gibi birey sayısı az değildi. Kalabalık evler demek, çeşitli mikroplar demekti. Mesela kendi kültürümüze baktığımızda yemek seansları şimdiki gibi değildi. Günümüzde herkes yemeğini bilgisayar ekranı karşısında yiyor artık. Bir önceki kuşağı düşününce; gözümüzün önüne bir masa gelmektedir. Masanın dört bir tarafında çekirdek ailemiz bulunur ve her bir ferdin tabağı önünde yer alır. Ama daha da önceye gidersek, ailelerde yemek yeme seanslarında ortada bulunan büyük bir kap olduğunu ve herkesin aynı kaptan yediğini görürsünüz. İşte o günlerde, herkesin ağzındaki mikrobiyota ortadaki tencerenin içinde birleşir, daha sonra yemeği yiyen kişilere yayılırdı.  Bulaşıcı mikroorganizmaları işin dışında tutarsak, mikrobiyota çeşitliliği açısından bu beslenme şekli oldukça işe yaramaktadır. Stratchan’ın ve benzer araştırmacıların ulaştığı nihai sonuç şudur: Erken dönemde mikroplara maruz kalmak, çocuğu ilerleyen yaşlarda astım ve alerji gibi konularda daha dayanıklı kılmaktadır.”

Son olarak, doğum hadisesinin bahsedildiği kısımda bebeğin doğum kanalından geçerken anneye ait olan bakterilerle tanıştığından bahsedilmiş kitapta. Normal doğumun sezaryene oranla daha sağlıklı olduğunun söylenmesindeki sebeplerden birisi de her halde bebeğin bu faydalı bakterileri bünyesine alabilmesi olsa gerektir. Bu ise bağışıklık sisteminin kuvvetlenmesi açısından büyük önem arz ediyor.

Demem o ki, mikroplara olan o gereksiz nefret veya korkumuz yüzünden farkında olmadan sağlığımızı bozuyor ve bizler için çok büyük değere sahip olan Peygamber (sas) sünnetinden de mahrum kalabiliyoruz. Hasılı, ortadaki salata kasesi içerisinde kaşık yoksa kıyameti koparmaya lüzum yok. Biraz rahat olup, mikrobiyota çeşitliliğini sağlamanın kimseye bir zararı olmayacağı gibi hatırı sayılır faydaları olduğunu hesaba katmakta fayda var. Daha sağlıklı bir hayat için mikroplarla iyi geçinmeye ve biraz da kuralları delmeye ne dersiniz?

Şeyda Toprak

Yorum Bırakın / Leave a Comment

Instagram

Facebook

2 months ago

Akwa Website
Aşure 🍱.Aşure tarifimizin sevdiklerinizle tatlı bir huzura vesile olmasını dileriz.Tarif: Rabia Yener @rabia.m.yener .Malzemeler.2 su bardağı aşurelik buğday1 su bardağı nohut1 su bardağı beyaz kuru fasulye1 çay bardağı pirinç5 bardak şekerBol su (20-25 bardak)1 çay bardağı kuş üzümü veya kuru üzüm4 adet incir1/2 bardak kuru kayısı.Yapılışı: .Aşure için bir gün önceden hazırlık yapmanız gerekiyor. Ben aşurelik buğdayı, fasulyeyi, nohutu ve pirinci akşamdan ayrı ayrı kaplarda bol suya koydum. Gece yatmadan önce de, yine ayrı kaplarda, on-on beş dakika kaynatıp, ateşten aldım, kapaklarını kapalı tuttum, sabaha kadar beklettim. Böyle yapınca, ertesi gün hem pişmesi kolay oluyor hem de yumuşak oluyor. Aynı şekilde üzüm, kuru kayısı, incir ve cevizi de akşamdan suya koydum..Sabahleyin, buğdayı ve pirinci yıkadım, beraberce bol su ile ateşe koydum. Onlar kaynaya dursunlar, bu arada aksamdan yumusattığım fasulye ve nohutun kabuklarını soydum, böyle yapınca, renkleri parlak oluyor, yumuşak oluyor ve mide ve bağırsakları rahatsız etmiyor. Kabuklarını soyduğum fasulye ve nohutu, yine ayrı ayrı olmak üzere, bol su ile kaynamaya koydum..Nohutun pişme süresi biraz daha fazla olduğu için onu biraz daha fazla kaynattım. Buğday ve pirinç bir kaç saat birlikte pistikten sonra, iyice yumuşayan nohut ve fasulyeyi (aşağı yukarı 1-1,5 saat sonra) buğdayın içine kattım. Bütün malzemeler birlikte bir saat daha piştiler. Bu arada su ilave etmek gerekirse, ocağın üzerinde bulundurduğum, sıcak sudan ilave ettim ve altına tutmaması için arada bir tahta kaşıkla karıştırdım..Bu arada, yine akşamdan ıslattığım, kuru kayısı,üzüm ve inciri süzdüm, küçük parçalar halinde kestim ve yine ayrı ayrı olmak üzere suda haşladım. Haşladığım kuru meyveleri, kaynayan aşure malzemesine kattım..Birlikte 10-15 dakika daha kaynattıktan ve 5 bardak şekeri de ilave ettikten sonra, tekrar bir 10-15 dakika daha kaynatıp ateşten aldım, kaselere doldurdum..Akşamdan ıslattığım cevizin önce kabuklarını soydum, sonra irice dövdüm ve aşurenin üzerine serptim. (Cevizin kabuklarını soyunca, aşurenin rengini karartmıyor.).Afiyet Olsun! ... See MoreSee Less
View on Facebook

2 months ago

Akwa Website
Hicri 1445 yılınızı tebrik ederiz. 🌙#Hicri1445 #hicriyeniyıl ... See MoreSee Less
View on Facebook

3 months ago

Akwa Website
Kurban Bayramınız Mübarek Olsun 🌹 ... See MoreSee Less
View on Facebook

3 months ago

Akwa Website
Gayri Müslim Ülkede Kurban Kesimi İle İlgili Bilgiler .Yurtdışında yaşayan Müslümanların kurban kesim işi denetim, İslami açıdan kesim ve dağıtım yönüyle kimi zaman zorluklar içerir. .Kurban bayramının yaklaştığı şu günlerde, yurtdışında yaşayan çoğu Müslümanın aklında olabileceğini düşündüğümüz sorulara, Yusuf Ziya Kavakçı Bey’in verdiği cevapları istifadenize sunuyoruz..Link 👉🏻 profilimizdedir ... See MoreSee Less
View on Facebook

3 months ago

Akwa Website
Helal Et Mevzuu- DİB Din İşleri Yüksek Kurulundan Açıklamalar 📻.Kurban Bayramı yaklaşırken, Gayrimüslim bir ülkede İslamî usullere uygun hayvan kesimiyle ilgili soruları yönelttiğimiz röportajı tekrar istifadenize sunuyoruz.Röportaj:Nurgül ÇelikNurgül Çelik.Röportajımıza profildeki linkten ulaşabilirsiniz. ... See MoreSee Less
View on Facebook
Go to Top